Dizimizin kurgusunda, tıbbi ve sıhhi konularda üzerlerinde konuşulan öylesi detaylar vardı ki, Gözümüzden Kaçmayanlar başlığında bir sayfa olmayı hak ettiler çoktan…
DNA testleri…
Hikayenin işlenişi sırasında üç kez DNA testi gündeme geldi… üç soruya cevap arandı;
Aslan Süheyla’nın oğlu mu? Suriye’de kaçakta öldü ve gömüldü sanılan kişi Demir’in babası mı? Asya Demir’in kızı mı?
O günlere ait detayları kısaca hatırlamaya çalışalım;
17. bölüm…
Demir, Süheyla’nın ve Aslan’ın saç tellerini Antakya Devlet Hastanesi’ne bizzat götürerek tahlil edilmek üzere bıraktı ve ertesi gün de neticeyi aldı. Aradan sadece bir gün geçtiğini, Kerim’in beklediği iş adamının doku örneklerinin tesliminden bir gün sonra Antakya’ya gelecek olmasından biliyoruz. Neticenin alındığı günün akşamında Doğan Çiftliği’nde bu iş adamını ağırlıyorlardı. Aslan’ın çiftliği ve kendini yakmaya çalıştığı, ahırda yangın çıkardığı akşamdı.
52. bölüm…
Yanan Kuşlu Ev’de bulduğu bir mektuba dayanarak, babasının yaşama ihtimali olduğunu düşünen Demir, Namık Bey’in önayak olduğu hukuki girişimler neticesinde babasının Suriye’deki mezarını açtırttı. Demir’den alınan kandaki doku örneğiyle, mezardan alınan kemiklerdeki doku örneği karşılaştırıldı. Bu test de bir gün için de tamamlandı. Gece yarısı açılan mezarın başından kemikleri tutanakla alan Namık Bey, ertesi akşam Demir’i arayıp neticenin çıktığını haber verdiğinde, Demir Asi’yle birlikte Melek ve Ali’nin aile yemeğinden daha yeni dönmüştü…
59. bölüm…
Asya ile ilgili DNA testini ise Süheyla yaptırdı. Demir’in montuna bulaşmış Asya’nın kanı ve Demir’in yatağından aldığı bir tel saç ile eski savcı olan eşi Namık Bey’in adını kullanarak Adli Tıpta babalık testi yaptırdı. Üstelik sonucu sabah verip akşam hava kararmadan almayı başardı.
Bütün bunlar mümkün müydü?
Bu konuda gerek özel gerek resmi, muhtelif kaynaklara ulaşıp (04/2011) araştırmış olmakla birlikte, İÜ Adli Tıp Enstitüsü Öğretim Üyesi, Yrd. Doç. Dr. Gönül Filoğlu’nun ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hamit Hancı’nın bilgilendirmelerini en güvenilir kaynaklar olarak kabul edip ondan alıntılar yapalım ve bizde kendi sorularımıza cevaplar arayalım.
- Doç. Dr. G. Filoğlu, DNA laboratuvar sürecinin değişmeyeceğini, çok acil durumlarda, en az iki gün, normal şartlarda bir hafta sürdüğünü, ifade ediyor. Prof. Dr. H. Hancı da kendi bünyelerinde açılan DNA Laboratuvarı’nda bir gün içinde sonucun çıktığını bildiriyor. Doku örneklerinin Antakya’da incelenmediğini, teslim alınan kurumlar tarafından Ankara’ya gönderildiğini düşünsek bile kurguda işlenen üç DNA testi için de zaman yetersiz görünüyor.
- DNA testine muhatap üç karakterden Asya’nın nüfus cüzdanındaki doğum tarihi 18.02.2005 baz alınırsa, Aslan ve Mahmut için yaptırılan DNA testlerinin tarihleri, 2003-2004 civarında olmalı. Araştırmalarımızı güncel bilgilere göre yaptığımız için, söz konusu senelerde teknolojinin ve yasaların bu günkü imkanlara sahip olup olmadığını bilmediğimizi de ilave etmeliyiz.
- İşlemlerin başlaması için Anne, Baba ve çocuğun vesikalık fotoğrafları ve nüfus cüzdanları ayrıca hem annenin hem babanın rızası gerekiyor. Aslan ve Asya’nın testlerinde kimlik tespiti yapılmadığı gibi anne-baba rızası da söz konusu olmadı. Bu konuda Demir’in Asi’ye DNA testi yaptırıldığını haber verdiği gece anne olarak hesap soruşunu duyduk… “Benden izinsiz böyle bir şeyi nasıl yaparsınız?”
- Reşit olması halinde ise çocuğun da rızasının alınması gerekliliğini öğreniyoruz araştırmalarımız sırasında, fakat Aslan’dan rıza alınmadığını biliyoruz. - Test için, insana ait her türlü biyolojik materyal kullanılabiliyor. Kan, tükürük, yanak epiteli, kıl, vb. Babanın ölü olduğu durumlarda mahkeme kararıyla mezar açılarak kemik örneklerinden yararlanılıyor. Bu noktalarda kurgu doğru işliyor.
- Doku örneklerini, muhakkak uzmanın kendisinin alması gerekiyor, kişilerin getirdiği örnekler testin güvenilirliğini etkilediği için kullanılmıyor. Uzman doktorlar, yapan kurumlar resmi olsa dahi, merak nedeniyle kimlik doğrulamaksızın yapılan testlerin, mahkeme tarafından adli delil sayılmayacağını söylüyor. Kurguda hukuksal anlamda gerçeklerden uzak işlenen babalık davasının bir başka sorunlu yönü de bu sayfada ortaya çıkıyor. Hakim’in Asi’ye “testin tekrarına gerek var mı?” diye sorarak davayı sonuçlandırması ne kadar gerçekçi? Bu soru bizim için cevapsız kalıyor.
- Adli Tıp Kurumuna bağlı genetik laboratuvarları ve enstitüleri gibi, özel başvuruları kabul eden resmi kuruluşların yapmış olduğu babalık test sonuçlarını mahkeme delil olarak kabul ettiğinden, testin güvenliği açısından prosedürün sıkı takip edildiğini düşünmek istiyoruz. Demir de, Süheyla da resmi kurumları kullandı DNA testleri için, ama doku örnekleri kurumlara bırakılırken evraksal eksikler vardı. Adli tıp kurumunun sadece mahkemeden gelen babalık testlerini yapabildiğini, özel testleri kabul etmediğini öğrenmek ise kafamızı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Namık Bey ne kadar güçlü bir savcıymış, beş sene sonra adı bile yetiyor resmi bir kurumda resmi olmayan bir işlemin yapılmasına diye düşünüyoruz.
- Neticede sadece Demir ve Haydar için yapılan DNA testinde doğru bir yol izlendiğini görüyoruz. Kemik örnekleri resmi kurumlarca savcıya tutanakla teslim edildi ve Demir’den kan örneği de bir uzman tarafından hastanede alınırken, evraksal gereklilikler de yetine getirilmiş olmalı.
Hijyen Zafiyetleri…
Araştırma gerektiren konularda, kurgunun işlenişinde karşılaştığımız uyumsuzlukları ya da gerçek dışı uygulamaları, zamana karşı yarışan ekibin gözden kaçırmış olabileceğine yorabiliyoruz. Mühimsiyoruz elbet ama dizimizin bütününde ulaştığı güzelliğinde ‘olur bu kadar’ demeyi seçebiliyoruz. Ne var ki, günlük hayatta, bir insanın en temel sağlık hassasiyetleri olabilecek konularda şahit olduğumuz hijyen zafiyetlerini anlamak pek kolay olmuyor. Sanki onlar daha çok aklımıza takılı kalıyor.
8.bölüm...
Arif Efendi’nin haber verdiği salgın hastalık uyarısıyla soluğu hastalıklı hayvanların yanında alan Asi üstüne başına dikkat etmeden hayvanların arasına dalıyor. Bir bakışta hayvanlarda enfeksiyon olduğunu ve karantina bile gerekeceğini söylerken, ilk kontrolleri, tarlalarda çalışmaktan sürekli yara bere içinde olan çıplak elleriyle yapıyor. Sade vatandaşlar olarak bu enfeksiyonun hayvanlardan insanlara geçip geçmeyeceğini bilemiyoruz… ama irkiliyoruz. Ağıldaki ikinci sahnede, Asi’yi Tarım ve Köy İşleri’nden gelen sağlık personeliyle birlikte çalışırken görüyoruz. Ekibin üzerinde önlük, ellerinde eldiven var! Demek ki bu önlemlerin alınması gerekliydi. Asi’yi de eldivenli görüyoruz bu sefer. Gündelik hassasiyetlerimizle… eldiven konusunda korkularımızın gerçekleştiğini görünce… ek tedbir olarak hepsinde maske de olması gerekmez mi diye düşünüyoruz! Ağıldaki son sahnemiz Demir’in Asi’yi uyur bulduğu ve onu asırlarca böyle seyredebileceğini fark ettiği ilk anlar… unutulmaz anılar… ama yine de… Asi’nin hastalıklı hayvanların bulunduğu bir ortamda uyumasını hiç anlamıyoruz! O günün anlaşılmazları bu kadarla bitmiyor üstelik… Asi gelip Demir’in çiftliğinden kendisini alan Aslan ile birlikte, hiç eve girmeden, yıkanma ve üstünü başını değiştirme fırsatı dahi bulamadan Sevinç’in Savoy Otel’deki doğum gününe katılıyor. Annesinin çiftlik girişinde eline tutuşturduğu çizmelerini arabada lastik çizmeleriyle değiştirmekle yetiniyor. Hijyen konusunda görmezden gelinen bunca detaydan sonra, örgü hırkasındaki saman çöplerini ne zaman temizlemiş olabileceği konusu ise dudaklarımıza kocaman bir gülümseme oturtuyor.
12. bölüm…
Demir ve Asi sağlık ocağında… Aslan’ın bıçaklı saldırısıyla yaralanan Demir’in eline dikiş atılıyor… yarayı kapatıp sarma işini Asi bizzat kendi üstleniyor. Sargı bezini sabitleyeceği plasteri dişleriyle koparıyor. Forum’da bir dostumuz yazıyor… “…bu bölüm bir doktor olarak Asi’nin plasteri dişiyle koparmasına dayanamadım.”… fakültede ilk öğretilen şeylerden birinin bunu yapmamak olduğunu ilave ediyor. Acaba veterinerlik fakültesinde başka türlü mü öğretiliyor?
49. bölüm…
Ali’nin vurulduğu sahne… Kanamayı durdurmak için yaranın üzerine baskı uygulayan Asi’nin elleri kan revan içinde… ambulanstaki görevlilerin gelmesiyle Ali’yi onlara bırakıyor ve Demir’e sarılıyor… ellerindeki kan Demir’in gömleğine de bulaşıyor…
Demir’in hastane ve ifade verme sahnelerinde üstünü değiştirememesi doğal ve gerçekçi… ama çiftliğe döndüklerinde, karısını kollarında uyuttuğu bu sahnede neden hala kanlı gömlekle çekimlerin devam ettiğini anlamak asla mümkün olmuyor.
52. bölüm...
Defne, açılışını yaptığı otelin restoran işletmesi işini üstleniyor. Endüstriyel bir mutfakta, sağlıklı gıda üretmesi gerekiyor. Mutfağın temiz görünmesi, derli toplu olması sıhhi ve güvenli olduğu anlamına gelmiyor. Personel, ortam, gıda & ekipman ile hizmet’e dönük tedbirlere sıkı sıkıya bağlı kalınması gerekiyor…
Defne’nin mutfağında bu kurallara ne kadar uyuluyor?
Gözümüze çarpan ihlalleri buraya alıntılamaya kalksak dizimize haksızlık etmiş olabiliriz… çünkü amaçları hijyen ve iş güvenliğini işlemek değil… o nedenle, keşke minimumlarda hassasiyet gösterilebilseydi diyerek, sembolik bir görsel koyalım ve Defne’ye duyuralım… “mutfağında olmaması gereken şeyler oluyor”
- Mutfak personeli, soyunma odalarında sokak kıyafetlerinden kurtularak, temiz iş giysilerini giyerler. Sokaktan gelen mikrop üretim ortamına taşınmaz. - Gündelik ayakkabılar, hijyen ihlali ötesinde, endüstriyel mutfaklarda çalışmak için uygun değildir. Kişi sakatlanabilir. - Saçların bone veya kep ile kapatılarak üretim esnasında gıdaya karışması engellenir, bu önlem aynı zamanda kişiyi de iş kazalarından korur.
Atından düştüğünde kaburgalarını kırdığından şüphelenilen Demir için Asi ve Kerim’in kamışlardan bir sedye yapması… ardından da evde röntgen çekilmesi konusu… bizi üzerinde konuşturan şeylerden olmuştu… biraz da bunları irdeleyelim istedik.
43. bölüm…
Çağırdığı ambülans gecikince, telefonla bilgi almaya çalıştı Asi. Ambülans görevlisi, çamura saplandıklarını, yanlarına varmak için çabaladıklarını söyledi… ama öncesinde söyledikleri bizleri şoke etti…“Sedye yapabilirseniz buraya getirmeyi deneyin!”
“Ambülansı bekleyelim” diyen Demiri dinleyen olmadı… Asi ve Kerim mısır tarlalarına daldılar… Kısa zaman sonra, ellerinde öbek öbek kamışlarla ortaya çıktılar.
Araştırmalarımız sırasında rastladığımız, Hatay’da yaygın olarak mısır tarlalarına ara ara ekilen şeker kamışı mıydı bunlar? Çıplak elle mi kırılıp toplandılar?
Asi ve Kerim, iki yanı kalınca ağaç dalı, ortası kamışlardan oluşmuş bir sedyeyi kısa zamanda yaptılar. Kaburgalarında kırık varsa Demir’i hareket ettirmemeleri gerektiğini unutulup… yaylandıra yaylandıra yola koyuldular… Belki de Demir’in kaburgalarını bu sedye ile taşırken kırdılar!
Böyle aksiyonlara ne gerek var, diye sorduğumuz anlar bunlar. Asi, kocasının yanında beklerken ve onu hareketsiz tutmaya gayret ederken birkaç keyifli anı daha bırakabilirlerdi bize, Kerim’se ambülanstakilere yardıma gider ve onları da alıp kaza yapan dostunun yanına getirirdi. Zaten araçların çamura saplandıkları yer, seslerinin bile duyulabileceği bir mesafeydi. O zaman belki Demir’in bozuk yollarda sallanan ambülansla şehre kadar götürülmesine müsaade edilmemesi de bir anlamda kabul görürdü. Çünkü sedyede taşınırken Demir’in başına gelenleri gördükten sonra bu hassasiyete kimse inanmadı.
43. bölüm…
İçinde bulunulan şartlarda, Demir’i en yakın yer olan Kozcuoğlu Çiftliği’ne götürmeye karar verdiler. Ambülanstaki sağlık görevlisi, tam teşekküllü bir ambülans çağrısı yaptı. Bu ambülans, Demir’i taşıyan ambülansla neredeyse peş peşe çiftliğin avlusuna girdi.
Doktor, yatağa sedye ile bırakılmış Demir ile ilgilenirken bir taraftan da hemşireye ağrı kesici hazırlaması talimatı verdi. Asi’yi duyduk bu arada… “ Röntgen çekecek misiniz?” Doktor, ambülansla geldiğini, birazdan çekeceklerini söyledi.
Bu cevap, sanki röntgen odada çekilecekmiş gibi bir intiba yarattı. İçinde hamile bir kadının da bulunduğu ailenin yaşadığı evde röntgen çekilmesi sorgulandı… imkanlar sorgulandı.
Her ne kadar araştırmalarımızda gördüğümüz mobil röntgen araçlarına benzemese de, Kozcuoğlu Çiftliği’ne gelen ikinci ambülansı, bu amaçla imal edilen, x ışınlarının zararını önleyen uygun izolasyona haiz bir araç olarak kabul edebiliriz. Böyle araçlar mevcut ve imkanlar konusunda sorun yok.
Diğer taraftan, Doktorun röntgen çekimi için verdiği cevap kafamızı bulandırsa da Demir’in ağrıkesicinin etkisiyle biraz rahatladıktan sonra üzerinde yatıyor olduğu sedye ile ambulansa taşındığını ve işlem sonrası tekrar odasına geri getirildiğini düşünmek olası. Doktor elinde röntgen filmi aileye kırıkla ilgili bilgi verirken salonda, Asi’de bir tas su ile Demir’in yüzüne bulaşmış çamurlarını temizliyordu yatak odalarında… ve sedye yoktu yatakta. Bu durumda inanmakta zorluk çekeceğimiz ya da aileyi tehlikeye atan bir kurgu kalmıyor ortada.
50. bölüm...
Kendi silahıyla vurulan Ali hastaneye getirildi. Hemen ameliyata alındı ve sonrasında yoğun bakımda takip edilmeye başlandı. Asi, silahın patladığı anda tam olarak neler olduğunu hatırlamasa bile olanlarda payı olduğunu düşünerek suçluluk duygusuyla bekledi Ali’nin iyileşmesini… Ne var ki Ali’nin sağlık durumu ertesi akşama doğru kötüleşti ve komaya girdi. Önce babasıyla ardından Demir’le buluşan Asi vicdan azabına daha fazla dayanamadı… hiç kimseye haber vermeden aynı akşam Emniyete gidip savcıya Ali’yi vurduğunu itiraf etti.
Daha Namık Bey ve Asi’nin konuşmasının başında bir görevlinin getirdiği evrak dikkatimizi çekti. Asi itirafını tamamladıktan sonra Namık Bey bu evrakın komadan çıkan Ali’nin imzalı ifadesi olduğunu açıkladı. Bu ifade Ali’nin silahın elinde patladığına dönük beyanıydı, Asi temize çıkmıştı.
Komadan çıkar çıkmaz imzalı ifade verecek kadar hızla gelişen iyileşme süreci akıllara sığmadı. Üstelik, seyircinin hızına yetişemediği bu süreçte, Ali yoğun bakımdan normal odaya çıkacak, Melek’in de gidip Ali’nin evinden onun için eşya alacak kadar bol vakti vardı.
51. bölüm…
“Veteriner hekim bir kız çıksın... Tek başına, ne bir tıbbi araç-gereç ne de ona yardım edecek herhangi bir kişi bile olmadan, normal yollardan, üstelik en az 5 kiloluk bir bebeği, sadece bir bez parçası ve bir tas su ile doğurtmayı başarsın…” diye başlıyor Prison*** rumuzlu dostumuzun sorgulaması bu bölümdeki serada doğum sahnesini… Sadece bu kadarı bile yetiyor diye düşünüp geçelim buna ilintili bir sonraki şaşkınlığımıza…
Anne ve bebeğin, ilkel şartlarda gerçekleşen bu doğumdan sonra hastane ortamının güvenliğinde bir gece geçirmesi ve kontrol altında kalmaları beklenirken, sanki çok olağan bir şey yaşanmış gibi tarladan eve dönmeleri ise yine Prison***’un mesajını bitirirken söylediği gibi... “mucize”…
70. bölüm…
Dr. İnci’den kendiyle çelişen tıbbi tanımlar… Demir kemoterapi için İstanbul’a geldi. Hastaneye yatışı gerçekleşti, tedavi derhal başladı. Demir’in, bağışıklık sistemini baskılayan tedavisi süresince normal şartlarda maruz kalınan mikroplarla temas etmemesi için, tamamen kontrol altında olan, steril ortamın sağlandığı bir ‘temiz oda’da kalması gerekiyordu. Nitekim, Antakya’ya dönüyor olduğunu bildirmek için Demir’i odasında ziyaret eden İnci, steril ortamın onu rahatsız edip etmediğini sordu. Oysa Demir’in hastalığını öğrenip İstanbul’a geri dönen Asi ile konuşurken Demir’in ‘karantina odası’nda olduğunu söyledi.
Karantina, bulaşıcı bir hastalığın yayılmasını önlemek için belli bir bölgenin veya yerin kontrol altında tutulup gözlemlenmesi anlamını taşıyor… İnci’nin bir doktor olarak steril ortamla karantina arasındaki ayrımı bilmemesi mümkün değilken, bu özensiz konuşma da neyin nesiydi… kimse anlamadı! |