Köprü ayağı... nehir yatağı... olabileceği her yerden ulaşmaya çalışıyor Demir kardeşine... canlarına en az onun kadar sahip çıkmaya hevesli Asi’ye atıyor kendini son olarak... bağırışları dört bir tarafta... ama Melek duymuyor onu... Nehrin akıntısı taşıyor Demir’i kardeşine... sürüklenişin yavaşladığı bir sığlıkta görüyor sonunda kardeşini Demir. Hemen müdahale etmeye çalışıyor... ama çabalar işe yaramıyor... Demir’de farkında... “Melek’im... hadi aç gözlerini” derken aslında çoktan farkında kaybedilmiş bir mücadele olduğunun ... ama hala kabullenmek istemiyor... yüzünü avuçlarının içine alıp cansız bedene kendi canlılığından can aktarmaya çalışıyor... hıçkırıyor... etrafına destek ararmışçasına, medet umarmışçasına bakıyor ... tekrar kapanıyor kardeşine... Yüreğin çırpınışı sonbuluyor nihayet... sudan çıkan soğuk ve acemi bedende... üşüyorlar birlikte... artık ısınamazlar... pek çok yürekte onlarla birlikte soğuk kalacak bir müddet ... ama şu an bir tek Demir’in matemi ilgilendiriyor beni... Melek’i suda bulduğu ilk anki çırpınışları ve ‘kardeşim’ derkenki karşı duruşu bende... gözlerim Demir’in gözlerinde... ölümü kavramaya çalışıyoruz birlikte... hezeyanlar bitmiş... durulmuşlar... gözden akan yaşlar can için... canı için... onların “düşkünlüğü” farklıydı...hepimiz biliyoruz... yaşama kendisine eklenerek bağlanan kardeşi, o ağlayan narin kız yok artık... Demir’de yarım şimdi... kardeşini kucaklayıp uzaklaştırıyor kalabalıktan... herşeyin başladığı yerdeler... yalnızlıklarında birlikte ... o ağacın altında... annelerinin onları bağladığı ipler sanki seneler sonra hala orada... yerde... Meleğin ellerinde , Demir’in bileklerinde... kardeşinin cansız bedenini sıvazlayan yüreğinde... Melek o iplerden kurtuldu artık... ya Demir... Demir’in kurtuluşu nasıl olacak?... hep birlikte bir kez daha atlıyorlar soğuk sulara... sonunda boğabiliyor kardeşinin küçüklükten beri duyduğu o çığlıkları Asi’nin sularında Demir... annesine teslim ediyor emanetinin ruhunu Asi kıyısında...
Bırakmaya hazır değil daha kardeşini... ama Melek’in hasteneye götürülmesi lazım... sadece Asi cesaret edebiliyor onların yanına gitmeye... yavaşça süzülüyor odadan içeri, çömelip yanına, elini dizine koyuyor kocasının Asi ... Demir’in son dokunuşu geliyor Melek’e... son müsaadesi... ve... Asi’nin son dokunuşu kocasına... Demir’in gözleri dizindeki karısının eline takılıyor bir an... ama diğer yanındaki cansız bedenden daha ölü bu temas onun için... kirletiyor sanki bedenini... kalkıyor ayağa... Melek’in mektubu gözüne çarpıyor Asi’nin cebinde... onu isterken Asi’ den... kardeşinden kalan son hatıraya dokunmaya bile hakkı olmayan bir yabancıdır artık Asi... Demir’in elinde bir son, Asi’nin elinde bir başlangıç... ayrılıyorlar orada aslında sessiz sedasız... Melek’i götürüyorlar... Çiftlikten ayrılmak üzere olan Ali’yi indiriyor arabasından Demir... uzaklaşıyorlar evden peş peşe... okuması için Ali’ye veriyor kardeşinin mektubunu... soruyor... “anlat şimdi”... “Melek’in iddia ettiği şeyler doğru mu?”... ne duymak istiyorum Demir’in sorularını tekrar ... ne de dinlemek istiyorum Ali’nin yanıtlarını... bir kez dinlemek yetti... hemen sesini kesiyorum görüntülerin... çünkü biliyorum ki bir kez daha duysam hiç solmayacaklar, hep taze kalacaklar hafızamda... ve daha da kötüsü biliyorum ki Demir inanacak... Ali’nin üzerine çullanıyor Demir... yumruklar peş peşe geliyor... Melek için, kendisi için... Şu saniyelerde... pencereme iki güvercin konuyor ard arda... ikiside giri – beyaz, kırçıllı... Demir’in dondurduğum görüntüsündeki, kazağının koyu grisi, ile gökyüzünün kirli beyazı misali, kırçıllı güvercinler... Kukkuru ku... sesler çıkarıyorlar... canlı bir yazışa tanık oluyorsunuz... bir üçüncü peydah oluyor derken onların yanında... kanatlarını çırpıştırarak iniyor diğerlerinin yanına ama penceremin eşiği dar geliyor olmalı hepsine birden ... izleyerek birbirlerini terkediyorlar penceremi... kanat çırpışları... patır patır... patır patır... tok... kuvvetli ... uzaklaşıyorlar... pencemin önüne konan o muhteşem yaratıkları bile artık kendim olarak değil... e.min olarak izliyorum... güzelliklerini göremiyor, bana çağrıştırdığı şu anda yorumlamakta olduğum karakterlerle ilişkilendiriyorum... Bölümü seyrederken, Asi’nin tepkilerinin hep donuk kaldığı, hep yetersiz olduğu hissiyle boğuştum durdum... böyle mi olmalıydı? Aşkı... çocuğunun babası... hayatı... tamamlayıcısı kayıp gidiyorken elinden... Asi’ sineye mi çekmeliydi?... Sorunların üstesinden gelmenin yolu bu muydu? Nerede mücadeleci Asi, deyip durdum kendi kendime... Lakin, Asi’nin hiç ama hiç bir şey yapamayacağını bu güvercinlerim bana gösterdi apansız... Siz söyleyin, güvercinlerin tam da ben bu görüntüyü ekranımda dondurduğumda, perceme konduklarına inanacak mısınız?.. bir küçük mucizeyi yaşadığıma... ekranımda önde Demir, arkada ağaçların karaltıları ve gerilerde gökyüzü... penceremde de benzer bir renk armonisini ve görüntüyü benim güvercinlerimin, benim kavak ağacımın ve benim gökyüzümün, tanrının bir lütfü gibi canlı bir resimde oluşturduğuna inanacak mısınız?... İnanmayacağınızı, inanamayacağınızı biliyorum... Yine biliyorum ki inanmaya istekli olanlarınız olsa bile asla e.min olamayacaksınız... artık bukadarı fazla, kurgudur diyeceksiniz.. bu kadar önemsiz ama denk düşen bir rastlantıda bile kuşkunuz hep olacak... bende sizin bana inanmanızın imkansızlığını bildiğimden... ilave bir gayret göstermeyeceğim sizi ikna etmek için olan bitene ...yazıp geçeceğim... ve sizin kararınıza bırakacağım buna inanıp inanmamayı... tıpkı Asi’nin de Demir’i inandırmak için onunla konuşmak, konuşmaya çalışmak dışında bir gayreti olamayacağı... olmadığı gibi... Bu nedenledir ki, kocası Ali’yi döverken Asi sadece bakabiliyor... “siz... siz ikiniz... kardeşimi siz ikiniz öldürdünüz” diye haykırırken sadece göz yaşı dökebiliyor... Ali yerde çamurların içinde ağlarken, tek söz etmeden ona arkasını dönüp gidebiliyor ve Kerim Demir’i arabaya bindirip uzaklaşırken sadece ama sadece ayakta kalmayı... başarabiliyor... Bunun donukluk, yetersizlik değil bir yenilgi, daha da fazlası yenilgiyi kabullenmişlik olduğunu anlıyorum... güvercinlerim sayesinde... Akşam... Konakta mevlüt okutuluyor... herkes toplanmış... biraz uzaklaştırıyor Kerim Demir’i kalabalıktan... iyi görünmüyor çünkü... Asi’de iyi görünmüyor, bayılacak gibi... ama Demir tepkisiz Kerim’in bu yorumuna... Portakal bahçesinde otururlarken Asi iniyor merdivenlerden... kısacakta olsa konuşma fırsatı buluyorlar... Asi adını söyleyerek durduyor kocasını... ama Demir’in gözleri yerde... Asi Demir’e bir şey söylemek zorunda... yavaşça çıkıyor gözleri karısının gözlerine... yanında olmaya bile katlanamaz durumda... “Hülyaların bittiği yerde başlarmış mesafeler” ya... şimdi bile Demir çok uzakta... Ne anlatacak Asi, bahçedeki aşk itiraflarını mı?.. Ali ile birlikte kardeşini nasıl uçuruma ittiklerini mi?.. Asi itiraz ediyor... Nasıl böyle düşünür... Daha dün gece çocukları olsa diye konuşuyorlardı... hayaller kuruyorlardı... ama hayaller, hülyalar... dünde kaldı... “Çocukları” ise “... İyi ki olmamış?”... Bir kez daha deniyor Demir ile konuşmayı Asi... bebeği için... Kocasını takip ediyor yanmış Kuşlu Eve kadar... Demir, niye... hangi yüzle... Asi’nin oraya gelebildiğini soruyor... Melek’in Asi hakkında yanıldığı hiç aklına gelmiyor.. düşünemiyor... kardeşi ölmüş... Asi ne diyor!... Demir’in korkularına teslim olmuş, yenilmiş gözleri, yüreği gölgelerin arasında öylece duruyor... “herşeyi benden saklamışsın, sakın inkar etme” derken ihaneti arıyor dili dolanan Asi’nin gözlerinde... tek gerçek yaklaşımını burada hissediyorum Demir’in Asi’ye... yaklaşım da denemez aslında ama tek canlı olduğunu hissettiğim anı Demir’in ... sakinleşince bir daha konuşsalar... ama sular durulmaz kolay kolay... basit bir fırtına değli kopan bir tufan... seneler sürecek... kardeşinin ölüsü üzerine mutluluk kuramaz Demir... Asi anlıyorki... boşuna çabalıyor... Mezarlıktan eve İhsan ile dönüyor Asi... İhsan bilmesi gereken bir şeyler olduğunun farkında... kızını çok iyi tanıyor... ertesi gün buluşmak üzere sözleşmelerine rağmen yoldan geri dönüyor konağa... Asi’nin yanına... birşeylerin çok ama çok ters gittiğinin farkında... Asi eşyalarını toparlıyor bu arada... son ama en kıymetli parça da bir çerçevede giriyor bavuluna... başka ne kaldı geriye... hatıralar ... evet anılar... onları hep taşıyacak zaten üstünde Asi ... kırgın... terkediyor evlerini... Kazalı bir dönüş yolculuğundan sonra Konağa varıyor Demir... yatakodalarına giriyor... dolaplar boşaltılmış... açıyor yarım aralık kapakları, ne görmeyi umuyorsa... askılar boş... oda boş... ev boş... yürek boş... Demir boş... bir biriciğini sular aldı, diğerini de kendi elleriyle yalnızlıklara saldı... yoklar artık hayatında... Meleği, kendine rağmen korumak, yaşatmak mümkün olmadı... peki ya aşkını... onuda yeşertemedi bir türlü... kurak geçti aşk mevsimleri... sıcak rüzgarlar kavurdu... fırtınalar savurdu... yağmurlar ya yetmedi ıslatmaya yada kattı götürdü en verimli topraklarını beraberinde... direnmek anlamsız artık... Demir’de diz çöküyor.. boyun eğiyor... toprağa... suya... Ziya’nın Demir’i uyarma çabalarıda neticesiz kalıyor... o kadar ulaşılmaz bir uzaklıktaki Demir... Demir ve Kerim... çiftliğin bahçesinde... kütük üzerindeki son sohbetlerini yapıyorlar... Antakya’daki bütün bağlarını tek tek elinden bırakıyor Demir... şirketlerini... topraklarını... bir katil olduğunu öğrendiği babasını... tek isteği var... uzak olmak... daha uzak... daha da uzak...Demir’in saklanacak bir yeri hiç olmamıştı... acaba kaçacak yeterince uzak bir yeri olabilecek mi... bilemiyorum... hiç bir bağ kalmasın istiyor orayla... onlardan sadece biraz uzakta Asi’de İhsan’a anlatıyor olan biteni... Melek’in geride bıraktığı notu... Asi’nin Ali ile gizli bir ilişkisi olduğunu düşündüğünü ve bu nedenle canına kıydığını... Asi’nin aksini ispat edemediğini... etse bile Melek’i artık geri getiremeyeceğini... Israrla uzak durmaya çalışıyorum onların hatıralarından bu bölüm... hayal kurmamaya, hatırlamamaya çalışıyorum hiç bir şeyi... ama bir sonraki sahnede artık bu mümkün olmuyor... geriye... güzel günlere dönmeme hiç bir şey engel olamıyor... koyunların tıkadığı yolda karşı karşıya geliyor arabaları... yolda çobanlar... asfaltta koyunlar... bakmaya doyamadığı karısı, dünyalara değişmediği bakışları, başında yemenisi ile karşısında yine... gözlerine güneş düşmüş Demir’in... bakışları Asi’nın suları gibi bulanık...bir evvelki benzer karşılaşmalarını... bu karşılaşma ile ilgili son sohbetlerini hatırlamaması mümkün mü?... İlk birlikteliklerinin büyüsüyle sarmalandıkları o misafirhaneyi unutabilmesi mümkün mü? Asi kararlılıkla arabadan iniyor, yolu açmak için çobanlara yardım ediyor... Demir’in gözleri azaplarda... zulümlerde... kendi gözlerinden sakındığı karısında... kendini zaptetmeye, gözlerini kaçırmaya çalışsada, alamıyor kendini ondan... yolunu açan karısından kaçamıyor... paylaştıkları herşey orada... gözlerinde... görüyorki koyunları çabucacık da yoldan çekebiliyormuş Asi ... yolu da açabiliyormuş... Çiftlik kapanıyor... kilitler vuruluyor üstüne...... Demir bütün kalbiyle ruhuyla kendini aldı geri, ama aşkının simgesi at Asi’de kalmalı.. o Asi’nin olmalı... atını hediye ettiği çayırlarda karşılaşıyorlar son kez... yeledeki dokunuşlar eksik... gözlerde açan gülücükler yok... sözlere düşen sevdalardan mahrum bu buluşma... yüreğimi dövüyor görüntüleri... uzak, soğuk duruşları... hani çok bildik bir söz vardır “Sevdiğini özgür bırak, geri gelirse o senindir, geri gelmezse, zaten hiç senin olmamıştır.” Seyirci kalıyor sevdiğinin gidişine Asi... geri döneceğinden e.min bir savaşçısını uğurlar gibi gönderiyor kocasını ... “Yolun açık olsun... “ Veda ederken, aşklarının kışına inat, baharı bulmuş çiçek açmış ağaçların dibinde Antakya’ya, yüzüğünü çıkarıp emanet ediyor o şehre Demir... kardeşini ve kalbini emanet ediyor... çocuğunu emanet ediyor, habersiz... Gündüzünü de aslında... Belli ki bir müddet ‘gece’ hüküm sürecek Demir için, sabahın aydınlığı onu bulana dek... Asi ise baba evinde, Demir ile olan evliliklerinin nasıl olupta bittiğini açıklıyor ailesine... ne pahasına olursa olsun ayakta kalacağını söylüyor... mecbur... bebeği için... Yazdığım herşeyi silip ayrılığın, boşluğun rengine boyamak istiyorum bu sayfayı aslında.. bu ne renktir diye soruyorum kendime... o rengi kaplayayım bu bölüm yorum sayfamı.. Onların yorumlarını hep tutkunun kırmısıyla, güneşin sarısıyla, çimenin yeşiliyle yazmışım... ellerim başka türlüsünü bilmiyor...yüreğim başka renk tanımıyor... yardım edin ne olur bana!... beni kapkara kesen bu bölüm ne yazıkki ulaşamıyor istediğim gibi sayfama... onlar için karayı yazmayı, karayla yazmayı bilmiyor ruhum... ulaşabilsem ve kaplayabilsem sayfamı siyahla, gerçekten anlatmak istediklerimi anlatabiliyor olacağım belki... ve diyeceksinizi ki “yorumunu okuduk okuduk, bir daha okuduk ... hiç bu kadar içten yazmamıştın e.min...” ama hala renkler var sayfamda ... bordolar... kahveler... griler var, simsiyaha ulaşamıyorum bir türlü... zifiri siyahı aşkları kapmış çoktan... Demir’in gözleri gibi, nefreti gibi, aşklarıda kapkara... almış gitmiş Demir uzaklara... çok uzaklara... |