KöprAli’nin konuşmasıyla Asi farkına varıyorki Demir değil yanındaki... sözleride elleri kadar kirli Ali’nin... kocasını takip eden Melek ise ilk saniyelerine tanık oluyor bu olayın... Ali hala hastalıklı hayallerinin peşinde... beklemeye razı... Asi ise bir gün mühlet veriyor Ali’ye, Demir’e ve Melek’e hissetirmeden evlerini terketmeleri için...
Hala babasıyla ilgilenen Demir geliyor görüntüye... Haydar’ın kaygısı, Demir’in kafasının Zafer’in söyledikleriyle bulanmasında... karışmasında... Demir’in aklı ise Kozcuoğlu meselesinde... Asi’nin ne kadar üzüldüğünü biliyor... bunu açıklığa kavuşturmak zorunda... anlatmaya başlıyor... Annesinin intiharından Kozcuoğullarını sorumlu tuttuğunu ve nefretle geldiğini oraya... soluklanıyor bir... ama nasılda gelirgelmez Asi’ye aşık olduğunu, daha ilk gün, hemde bilmeden... tanımadan... başı hafifçe sallanıyor, gözleri tanıdık bir boşlukta... ama hangi hatıralarda acaba?... yolda karşılaşmalarında mı?.. boğulmaktan kurtarışında mı?.. yem çuvalları arasındaki görüntüsünde mü sevdiğinin?.. ne?... hangisi? “çok mücadele ettim ayrı durmak için...” evet etti... Asi’ye de çok acı çektirdi... ama olmadı... uzaklaşamadı... “Asi ile bir hayat kurdum baba...”... sevgisiyle titreşen, çakmaka çakmak olmuş gözlerini... gerilen dudaklarını görüyorum... başı kuvvetsiz gelgitlerle isyan ediyor... “bunun bozulmasını istemiyorum”... göz pınarları arzusu hilafına aksine akıyor... “Asi’yi çok seviyorum baba... ondan vazgeçemem” ... çoktan itiraf etti ... çoktan kabullendi... bildirişi babasına... boğazındaki düğümden kurtulmak için yutkunuyor... “karısını uğruna canını verecek kadar seviyor”... soruyor “ bize izin verecek misin?”... Asi odalarında... yataklarında... yatağın Demir tarafında... bu tercih... bu görüntü... ne çok şey söylüyor... “Ahh Asi...” diyorum içinden... verdiğin mesajı Demir’de alacak... hiç merak etme... ne hissettiğini, ne istediğini bundan daha iyi anlatamazdın... nereden yada niçin aklıma geliyor bilmem ama Asi’nin bu hareketi bana nikah günlerinde, Demir’in ceketini koklayarak evlerine dönüşlerini hatırlatıyor... o hatıralar bile gelecek endişelerimiz içinde ne kadar ümitkar kalıyormuş meğer ... Demir ceketini karyolanın ayak ucuna asarak duraksamadan yöneliyor Asi’ye doğru... Yavaşça kıvrılıyor Asi’nin yanına... babasıyla konuştuğunu, onu nasıl sevdiğini anlattığını söylüyor... en büyük isteği karısının ve babasının birbirlerini sevmesi... Asi buna çoktan hazır... artık ikisi başbaşa kalmalılar... bu böyle olmayacak... “ herşey çığrından çıktıktan sonra ne kadar geç kaldınız” diyorum... Demir önce Meleklerle konuşacak... koca Antakya... kendilerine kalacak bir yer bulsunlar... onları rahat bıraksınlar... Asi bu yorumla gülümsüyor... bu konuda Demir’in de bir adım atacak olamsı umutlandırıyor olmalı kendisini... babasını, herkesi unutmasını istiyor Demir... gözlerine bakması yeter... o bakışı dünyalara değişmez... değişemez... yanağa gelen öpücükle başı geriye itiliyor Asi’nin... ‘seni çok özledim’... Asi’nin eli Demir’in boynunda... Demir’in gözleri Asi’nin gözlerinde asılı kalıyor... Demir Asi’yi omuzlarından kavramış, yarı bedenine yaslamış... birbirine yuvalanmışlar... eller kollar kenetli... şakağa bir öpücük geliyor... saçlar sıvazlanıyor... elleri kollarını seviyor... parmaklarıda... Demir’in dudakları Asi’nin saçlarını... temasın yetersiz kaldığı bir yerde artık Demir... hayalleriyle öpüyor... sözleriyle öpüyor... ruhuyla öpüyor karısını... sözleri Asi’nin saçlarından, kaşlarından, kirpiklerinden süzülürken yüreğine, Demir’in ruhundan gelen o muhteşem sözel öpücüğü paylaşıyorlar... küçücük bir kuş yavası olsun... içinde Asi bulunsun... yeter... son sözleri bu sahnede ürpertiyor beni iliklerime kadar... “Demir” demekten alamıyorum kendimi, “ne olur ‘her şey çok güzel olacak’ deme bir daha...sakın... ” Sabah ortam yumuşamış görünüyor... kuşlara yem veren Asi giriyor önce görüntüye, ardından Haydar geliyor gelininin yanına... ufacık canlar... dünyaları büyük kuşlar... güvercinler... barış güvercinleri oluveriyor onların yaşantısında... karısıyla babasının avludaki sohbetlerine çıkıyor evden Demir... yüzünde kocaman bir gülümseme... yüreği de tıpkı Hadid gibi taklalar atıyor o an... hiç kuşkum yok... sizin var mı? Kahvaltı sofrasına da sonrasında kahvelerini içmek üzere geçtikleri oturma köşesine de, Melek’in mutsuzluğu, Ali’den başkasının anlamlandıramadığı çıkışları damgasını vuruyor... Aslan ve Sarmaşık’ı arayan, anneler geliyor konağa... kaçtıkları anlaşılıyor... Melek kendi anlaşılmazlığında, aşkında, bitmiş... Sarmaşık ve Aslan’ın aşkını savunuyor... “aşk nedir bilmiyorsunuz... nasıl aşıklar görmediniz”... Asi yatak odalarına geliyor... Demir içerde... konağın kalabalığından kimin nerde olduğu belli değil.. Asi, kocasının gittiğini sanıyor... şaşırıyor... Demir “hoşçakal” demeden gider mi hiç... ayrıca bu gün karısının dizinin dibinden ayrılmaya hiç niyeti yok... Asi, itirazı varsa söylemeli... Melek bir ara konuşmalarına konu oluyor ama Demir, Asi ile ilgilenmek için o gün evde... bırakıyorlar bu konuyu bir tarafa... çiftliğe gitmeye karar veriyorlar... Çiftlik... Dede İhsan, bebeğin başında...kızındaki durgunluğu farkediyor yanına gelir gelmez İhsan... ama misafirlerin onu paniklettiğini söyleyerek geçiştiriyor konuyu Asi... Demir giriyor hemen peşi sıra odaya... Elif ile ilgilenirken yüzünde apaydınlık bir gülümseme... içten bakışlar karısına dönerken hala parlıyor Demir... Asi’nin gözleri ise Elif’de değil... kocasında... İhsan bir evvelki gece onları düşündüğün söylüyor... apansız... Haydar’ın açabileceği sıkıntıları düşünüyor olmalı... genç yaşlarında nelerle boğuştuklarını ...ama bunları aralarındaki bağın gücüyle aştıklarına inandığını söylüyor... “birbirinize sahip çıkın... birbirinizin kıymetini bilmekten vazgeçmeyin olur mu?..” Hala Gonca’ların odasındalar... Ziya ve Gonca’da katılmış aralarına, İhsan gitmiş... Demir ayakta, kucağında Elif bebek... pişpişliyor... parmakları minik yavruyu sırtından okşarken, sağa sola kaykılıyor bir taraftan da... Elif’i sakinleştirebilmiş olması yorumlara neden oluyor... “... efsunlu musun nesin?”... “... üç vakte kadar baba olursun... benden söylemesi”... Demir hiç itiraz etmiyor bunlara... nasıl etsin... başını boynuna gömüyor ve bebek kokusunu çekiyor içine Elif’in... ona bakmaya göze alıp yeni anne-babayı hava almaları için gönderiyorlar dışarıya... Asi yatağa uzanmış.... hemen dibinde Elif... kollarıyla sarmalamış onu .... uyutmuş... bir eli bebeğin saçlarında... Demir giriyor odaya... babasına haber vermiş o akşam gelemeyeceklerini... Asi ve Elif bebeğin yanına uzanıyor o da... sessiz olsunlar... uyanmasın bebek... ne güzel bir isim buldu Asi bebeğe ama Demir de ne güzel susturdu Elif’i ... bu birşeyin işareti mi?... baba olacağının mesela... Asi soruyor... “Çocuğumuz olsun ister miydin?”... Demir hiç konuşmasın... gözleri söylesin ne söyleyecekse... yeter... “Çook... nasıl istemem... senden bir parça...ya sen... sen ister miydin?”... alışık değiliz olan bitene... bu sefer Asi gözleriyle konuşuyor... “nasıl istemem... bende senden bir parça”... sevdiğinin elini kalbine götürüyor... “bak kalbim şimdiden atmaya başladı bile”... M.Yıldırım Demir olalı böyle bir gülüş yok yüzünde... Elif bebek mızıklanmaya başlıyor, Asi onunla ilgilenmek için eğildiğinde donduruyorum görüntüyü... Demir’in gözleri bir anne’ye bakıyor o an... çocuğunun annesine... Gördüğü tuhaf bir rüyayı anlatıyor Asi, Demir’e... bahar gelmiş... defne çekirdekleri toplanmış... sabun kazanı kurulmuş... yine sabun merasimi... hepsi orada... onların bir oğlu olmuş... pürdikkat Asi’yi dinleyen Demir sarsılıyor bu sözle... başı kayıyor yana... oğulları, beş, altı yaşlarında... güçlükle nefes alıyor artık... Demir altını oğullarına veriyor... kaşlar kalkıyor yukarı, yüzündeki ifade gittikçe derinleşiyor... “hadi sıra sende” diyor... dudakları kapanıyor, yutkunuyor Demir... baş iyice eğiliyor... o da benim ne zamandır olduğum gibi diplerde bir yerde artık... sahnenin başından beri hissettiğim Yin Yang etkisi son karede yanakları birbirini, dudakları çenelerini buldukları anda doruk noktasına çıkıyor... ve çember kapanıyor... farklı ama içiçe... ikisi birlikte ise bir bütün... Asi ve Demir’i ne daha iyi tanımlayabilir? Elif, bebekliğini gösteriyor elbet ilerleyen saatlerde... o sakinleştiğinde ise Asi ve Demir çoktan pes etmiş durumda... perperişanlar... ortalık savaş alanına dönmüş... Elif’i yatağına yatırmaksa, Asi’nin hayatta cesaret edemeyeceği bir şey... iş Demir’e kalıyor... Demir bir hazırlık yapıyor önce... eli kulağına gidiyor, üstünü başını düzeltiyor... zor bela yatıyorlar Elif’i yerine... yataktan geriye doğru çekilirlerken tekrar donuyor ekranım peş peşe seyirlik karelerde... fakat içim buruk... gülen yüzlerine... Asi’nin kocasının göğsüne değen saçlarına, Demir’in karısının belinde gezinen eline, birbirini bulan alınlarına... yakınlıklarına... bakıyorum uzun uzun... anne ve babalığın onlara ne kadar yakışacağını düşünüyorum... Asi’nin tarlasını, Demir’in işlerini kolaylıkla ihmal edebileceğini... bir yavrunun sıcaklığında nasılda başka boyutlarda birbirlerine karışabileceklerini düşünüyorum... Ertesi sabah... Demir Asi ile birlikte at binnek için hazırlık yapıyor çiftlikte... Defne Asi’yi oyalayamamış... Asi tarlaya gitmiş... ama kardeşinin çizmelerini teslim ediyor Demir’e... bu arada da Melek’lerin onlarla kalmasıyla alakalı dayanamayıp soruyor... “Sizde kalmaları doğru mu?” diye... değil tabi... O da zaten bunun farkında... Asi’yi çapa başında buluyor arazide Demir... çizmeleri yere bırakarak Asi’nin elleriyle ilgilenmeye başlıyor... silkeliyor karısının avuçlarındaki tozu toprağı... eldivenlerini çıkarmasını istediği sahne aklıma geliyor bu seferde... Asi’nin yüzünün yarısı güneş, ama saçlarını uçuşturan rüzgardan yada başka hangi nedendendir bilmiyorum ama ayaz havası esiyor bende... tıpkı yangın öncesi Demir’in Asi’yi evlerine bırakışında olduğu gibi ama ağır, çok daha ağır bir veda havası her karelerinde bu bölüm... bu Demir’in Asi’yi kaybetme korkusu mudur içten içe yaşadığı yoksa benim ne kadar kaçarsam kaçayım yakalandığım, onların gelecekleri ile ilgili yapılan yorumların etkisiyle buzdan bir elin baskısı altında herşeyi seyredişim midir? Tadına varamıyorum bu görüntülerin... hep buruğum... Asi ve Demir’in her karesinde ayrılığı görüyorum... görmezden gelemiyorum bir türlü... Asi’nin daha işi bitmemiş... ama sadece öyle zannediyor... çizmeler giydiriliyor... bir yaban gülü çıkıyor Demir’in cebinden... bir hatıra daha hücüma geçiyor burukluğuma ilave... Demir’i hapse götüren arabada, yine aynı şekilde ceketinin göğüs cebinden çıkardığı ve elinde oynadığı yaban gülünü hatırlıyorum... asi saçlara iliştiriyor şefkatle çiçeği Demir... gözleri, dudakları, saçları ve elleri karışmış... alazlanmış... Asi’yi kaçırıyor Demir... Atla gezintileri gölde bitiyor... kahya arabalarını getirmiş, atları teslim alıyor... Asi’nin huzur ve mutluluk ile ördüğü hayallerini yaşıyorlar birlikte... Demir kürekleri çekerken Asi’nin saçlarında beyaz bir çiçek parlıyor... Asi bugün Demir’den başka kimseyi görmek istemiyor... ikiletmiyor bu isteğini Demir... Asi’yi merakta bırakan bir yolculuktan sonra bir villaya varıyorlar... ahşabın, kırmızının, odun ateşinin ve Asi’nin sıcaklığında diz dize oturmuşlar ocak başında... bu kadarı yetiyor aslında onlara ama Demir bir küçük şey daha istiyor... Mağrur Prensesiyle tozlu köy yollarında koşuşturan bir çocuk... yüreğinden kopup geliyor bu istek... tıpkı Asi’nin yüreğinden kopup gelen Demir’in dudaklarına konan o öpücük gibi... Sabah... Asi etrafın güzelliğinden etkilenmiş... villanın terasında Demir’e sesleniyor... arkadan Demir giriyor görüntüye... kararlı adımlarla karısının yanına geliyor... azıcık çarpıyor ona... omuzlarına... sarmalıyor kollarıyla... gözleriyle... dudakları alışmışlıkla uzanıyor karısının dudaklarına... karşılık geliyor sakıncasızca... bu özgür temaslar... gecenin kalıntıları sabaha... alaşağı etmişler bütün korkularını, sorunlarını... bedenleri artık birbirini nasıl sarmalayacağını ezberlemiş... Demir’in eli sevdiğinin sırtından beline kayerken, başını çevirerek yol gösteriyor adeta karısına... Asi’nin başı usulca boynunu buluyor kocasının... geziniyor gözleri birkaç saniye etrafta her ikisininde... derken aynı anda dönüyorlar birbirlerine... bir dudak mesafesinde bu sefer solukları çarpışıyor... belki tenleride ben farkedemeden... Görüntülerini donduruyorum ve acele etmiyorum artık devam etmek için ... biliyorum ki böyle bir anı yazmak için uzun zaman geçecek aradan... o an geldiğinde yazılacak bir şey olacak mı?... bende yazacak yürek olacak mı?... her seferinde bir öncekinden daha büyük karanlıklara fırlatılışlarını görmeye benim yüreğim dayanacak mı?... Öncelikle düşünüyorum Asi ve Demir ne kadar olgunlaştılar ve büyüdüler bu acılarla... en nihayetinde onlar sanal kahramanlarımız ama ardından T.Büyüküstün ve M.Yıldırıma kayıyor düşüncelerim.... evet onlarda Asi ve Demir karakterleri ile büyüdüler, olgunlaştılar bir başka türlü... iki sene evvelki gibi değiller... duygu aktarımında, performanslarında çıtalarını çok yukarılara taşıdılar. Olağanüstü geliştiler, keskinleştiler, bıçkınlaştılar... Asi ve Demir olarak yüreğimizde dokundukları alan gittikçe büyüdü, büyüdü ... büyüdü... Daha çocukken okuduğum bir hikayeyi hatırladım... ne zamandır okumamıştım... bir ihtilal hikayesiydi bu ve her okuduğumda gözyaşları içinde bitirmiştim o hikayeyi... ihtilalin içinde bir kadın ve bir köpeğin hikayesi... ihtilal günlerinde yumuşamamak için sımsıkı kapanan ruhunu bekleyen ve ruhunu bu yeni zırhında hapseden bir kadın ile gözlerinde hüzün ve şeytanlık taşıyan bir köpeğin hikayesi... yazar sorar ve söylenir kendi kendine hikayede... “kalbini böyle kapayan insanlar dünyanın en yalnız ve en kimsesiz insanlarıdır... ..... kırılmaz zincirlerle bağlanmışlardır..... ..... Daudet’nin ‘L’Evangeliste’ sinde kalbini fikirlere esir eden, kalbinin etrafına duvar ören kız mı bedbahttır; yoksa .... sevgili bir kalbin önlerine koyduğu demir duvarın önünde buz gibi titreyerek bekleyenler mi biçaredir, hiç bir vakit kestiremedim!..” (I) diye.... benim zırhlanışım bu kadar ulvi amaçlar için değildi elbet... ama aynı şiddetteydi... şehir münzevisi hayatımda gereklilikler dışında sadece kendi seçtiğim bir hayatı yaşıyordum... yaşantısına teklifsizce giren o köpek, nasıl zindanı güneş gören bir mahum gibi kalbini ısıttıysa yazarın benim de kalbimi o iki genç ısıttı... hikayeleri, mücadeleleri, inançları ile... umutları, tutkuları, aşkları ile... “Hürriyetini vermeye başladığı kalbinin karanlık, yalnız ve zincirli zindanında ani bir umutla ısınan mahkumun ilk şenliği” vardı yazarın yüreciğinde... benimse her Cuma şendi yüreğim onlarla... tıpkı senelerce yüreğini herkese kapalı tutan Demir’in Asi’ye açlığı, ondan kaçamayışı gibi... bende bağlandım onlara... kaçamadım... buna hakkım olup olmadığını düşünmeden... kendime bunu nasıl yaptığımı bilemeden... Tahmin edebileceğiniz gibi yazarım zindanına sızan güneş ışığını , köpeğini kaybetti... köpeği ve O “İnsanların olabileceği kadar tatlı fakat ölümlü bir saadet” yaşadılar ama her iyi şeyin bittiği gibi o da bir gün sona erdi... bende onları kaybedeceğim... bu bir dizi ve bir gün bitecek ama bu kadar acı vermek zorunda mı... Yazar derki; En büyük maksatlar ortasında bile kalbin hürriyetine dokunulmamalıdır... dokundurtmamalıydım... ama tıpkı daha ilk bölümlerdeki repliklerde olduğu gibi... öyle bir duvar örmüştüm ki etrafıma, aşılmazdı... diziler mi... hııhhh ... burun kıvırıyor, hiç birini seyretmiyordum... ama her şeyin bir sırası olduğunu öğrendim... gün geldi bende birtanesine yenildim... bunca zaman direndiğim içinde mağlubiyetim çok ağır olacağa benziyor... bu dizi karşısında sudan çıkmış balığa döndüğüm kesin... çünkü daha önce hiç böyle bir şey yaşamadım... bende tıpkı Demir gibi duruyorum ve cesur sözler söylüyorum bir arkadaşıma “beni daha fazla üzmelerine müsade etmem, seyretmem olur biter” diyorum... yapabilir mişim gibi!.. bilmiyorum... Bir tıkta o görüntüler artık geçmişte kalıyor... Demir’i duyuyorum... “Dönelim mi artık”... evet dönelim... dizimize ve sorunlarına... el ele terkediyorlar geceyi... Şehre dönüyorlar... Asi işi olduğunu söylüyor... çarşıda inmek istiyor... sonra konakta buluşurlar... Demir, merakla soruyor... “Ne işiymiş bu?”... yanıt yok tabi... Demir’in gözleri sık sık karısında... bir ara eli göğsüne gidiyor... gülü çıkardığı ceket cebine... “Şu cebime sığacak kadar küçük olsan... seni hep yanımda taşırdım...” eli gidip geliyor bir aşağı bir yukarı göğsünde... sanki gerçekten Asi oradaymış gibi... saçmalıyor... ama mutluluktan... Anlaşılıyor ki Asi hamilelik testi yaptırmış... sonuçları bekliyor... aynı anda Demir’de konakta... babasına ve Melek’e sesleniyor... kendi yatakodalarında kardeşinin intihar notunu okurken, Asi’de bir bebek beklediğini öğreniyor... artık olanları durdurabilmenin imkanı yok... hiç bir güç bunu başaramaz... Demir köprüye varıyor... ama geç herşey için... Hiç kuş yüreği gördünüz mü?... Görün işte... orada... açıklıkta... çırpınıyor... ‘her nefeste hayatı içine çekip bırakmayı doğuştan bilen kuşlar’ gibi o da nefes alıp veriyor... evet... ama bizim yüreklerimiz gittikçe ağırlaşırken onun yüreği hafifliyor... yok oluşu yakın artık... kaybetmekten korktuğu herşey kaybolmuş zaten... korkacak bir şey kalmamış... Yaşlar süzülmeye başlıyor gözümden... katlanılmaz oluyor nefes almak... Demir için de öyle... biliyorum... ama o ne zaman pes etti ki... etmeyecek... taa ki sonu görene dek... durdurabilmek istiyor zamanı e.minim, söz geçirebilmek kadere... ama mümkün mü?... Haykırışları da çırpınışları da paralıyor beni... daha yaşlarıma söz geçiremezken... durmuyor, Demir’in yapayalnızlığı geliyor... yetmez gibi o... iz iz hatıralar, darbeliyor yalnızlığını... koskoca yalnızlığına parçalanmışlık ekleniyor... daha fazla dayanamıyorum... öyle bir an geliyorki, durdur‘a gidiyor elim farketmeden... katlanamıyorum daha fazla... donuyor görüntü... O da ne?... yazılar ve müzik başlıyor donan görüntünün üzerinde hemencecik... canlı yayın olduğunu farkediyorum seyrimin... ben ve sizler, e.min’in dondurduğu karede, taklalar atarak ölümde kardeşini arayan o yüreğin görüntüleri eşliğinde dinliyoruz.... Sol yanımda kışlar, ayazlar, uçurumlar İçimde bir küsmüş çocuk var Gökyüzünde nazlı yağmurlar, bana ağlar Güneşimi çalmış bulutlar.... (I) H.E.Adıvar,Dağa Çıkan Kurt [/color] – Cin, Remzi Kitapevi, 1970 |