Sample picture  
 
- Demek Neriman’in beklediği misafir sizdiniz!

-Evet... bendim... Siz de İhsan Bey olmalısınız...

İhsan kontrollü... olmak zorunda... Demir’de öyle... o da “Kim bu?” anlamak zorunda... Dövüşe hazırlanır gibi tartıyorlar birbirlerini gözlerinde aslında. Sürüyle ilgilenmek üzere Asi’yi dışarı çağırırken Sevinç, Neriman kocasına seslenerek giriyor diğer taraftan yanlarına... kocası ve misafi orada... Neriman tanıştırıyor “... işte Demir Bey bu, İhsancığım”... Onlar tanıştı zaten... İhsan yemeğe yetişemedi... üstelik işleri de bitmedi daha... Birlikte bir kahve içmeye bile beklememeliler... paylaşacak zamanı yok onlarla. Demir hissediyor, ev sahibinin işi bitmiş olsa bile hiç niyeti yok onunla gereğinden bir dakika bile fazla zaman harcamaya. İhsan’ın ardından yakınıyor bir taraftanda Neriman, “Hiç böyle değildir... hasatın eli kulağında... mahsülde sorun mu var mış... neymiş...”...

Asi’nin aklı kendisini sudan kurtaran o adamda... Neyse ki, misafir... gidecek... kalmayacak buralarda. Ama neyin nesidir bu... delişmen bir korkunun gazabına uğruyor yüreği onu her karşısında bulduğunda... Bu yetmezmiş gibi bir de yanıltı onu... yada düzeltmedi yanılgısını demeliyiz... evin kızı olduğunu bilmiyor bu yabancı hala. Kendi kabahati biliyor... lakin son vermeye de niyeti yok bu yanlış anlamaya.

Demir ve Kerim, yeterince vakit geçirdiler... Neriman’ın soğuttuğu şarapları da geri çevirerek, teşekkür ediyor ve apar topar kalkıyorlar davetten. Demir’in daha fazla durması mümkün değil bu ruh haliyle oralarda... Kerim farkında, bir şeylere canı sıkılmış, gölgeleri vuruyor bu sıkıntının arkadaşına... ama konuşmayacak Demir... ne şimdi... ne de sonrasında. Çiftlikten ana yola çıkarken, atı üstünde Asi’ile karşılaşıyorlar toprak yolda... sürüyü çıkarıyor otlağa... Bir korna sesi ile farkediyor Asi onları daha uzaktan... eli doğalca ağzına gidiyor, sıkı bir ıslık koyveriyor dudaklarının arasından... Demir’in ıslığından çok farklı... bir talimat ıslığı bu... sürü alışık... yarılıyor ortadan... Asi’nin sürüye hakimiyeti dikkatini çekiyor Demir’in... “Şuna bak... ıslığıyla deniz gibi açıldı sürü...” Kerim’de farkında... soruyor “Asi değil miydi bu?”... “Evet... Asi...”. İş bilenin bakış kuşananın, diyesim geliyor... Yine sesinin tonu sayıklar gibi... Yine gözlerde bu mağrur kızın izi...

Çiftliğin terası... masa toplanırken sohbet ediyor ana ile kızlar... Neriman Hanım şaşkın... İlk defa misafir kaçırıyor evden... ama kızlar hak vermiyor değil hani gidenlere... o kadar servis ısrarına kim olsa kaçar! Neriman sonunda, Demir ile İhsan’ın mandradaki karşılaşmalarına buluyor kabahat. Defne buna itiraz ediyor... “Babam kimseye kabalık yapmaz”... Annemiz, bu konuşmaların üstüne gelen Asi’ye çatıyor “Ağız tadıyla bir misafir ağırlayalım dedik... burnumuzdan getirdiğiniz babanla ikiniz”... elbette bilmiyor... Asi ve babası nelerle uğraşıyor... ne tarlaların halini, ne ekini saran böceği umursuyor.
İhsan ise mandrada... Ökkeş ile sohbette... Demir’i tanıyamadığını söylüyor, onca zaman geçmiş... tereddütler içinde... sorular içinde... “Neden geldi... niyeti nedir... kafasından neler geçiyor... daha kötüsü olanları hatırlıyor olabilir mi?”... Aslında çok iyi biliyor, Demir intikamının peşinde. Onun ağzından dinliyoruz hikayenin bu kısmını... Yusuf Ağa istemiş... baba sözünden çıkamadığı için, İhsan’da onları çiftlikten göndermiş... Olanı değiştirmeye artık hiç birinin gücü yetmezmiş. Vicdanı rahatlatır mı, teyzenin eline verilmiş para dolusu bir zarf... çocuğun annesi gidip kendini suya atmış..

Taş Köprü... Demir giriyor görüntüye... hemen peşi sıra Kerim’in sesi... “Neler geçiyor kafandan Demir?”... o anda bir muamma, hem Kerim hem de bizler için Demir... Köprünün üzerinde sohbet ediyorlar. Bir karar vermiş Demir... restore ettirecek köprüyü... Ama Kerim’in tahminleri olan, ne kültür hizmeti ne de yatırımcıya sağlayacağı prestij peşinde Demir... çok daha başka nedenleri var. Onun için köprü güzel olmasına güzel ama geçmişin yükünden kurtulunca çıkacak asıl güzellik ortaya. “Köprü geçmişten çoktan kurtulmuş... yük asıl onun omuzlarında... hangi güzellikten bahsediyor Demir” diye düşünüyorum... O köprüyü Demir’in gözünde güzel kılabilecek ne olabilir bunca kayıptan sonra... Bu arada İhsan, Ökkeş ve Aslan ile rastlaşıyorlar, köprüden geçmekte olan... ilgilenmez gibi görünsede... sataşmadan duramıyor Demir, İhsan’a... “Bu köprünün bir adı var mı... İhsan Bey?”... beklediği cevap gelmiyor elbet... İhsan da tetikte bu genç adamla... Durmuyor, irdeliyor Demir biraz daha... “Kim bilir neler gördü geçirdi bu köprü”... dili olsa da anlatsa... Demir’in acısıyla tanıdık köprüyü... her ne kadar şu anda hiç hissedemesemde güzel yaşanmışlıklar da olmalı bu köprünün geçmişinde. Ama gerek İhsan’ın gerekse Demir’in gözlerinde hiç bir ‘güzellik’ yok... Yaşlı babanın gözlerindeki isli acı da eşdeğer şehre misafir bu yabancının gözlerindekiyle... İhsan ile dururken o köprü ortasında, karşılıklı bir kez daha... Demir’in bulmayı umduğu hassasiyet değil bu... düşündürüyor Demir’i bir anlığına.

Asi geliyor uzaktan atıyla bu arada... kesiliyor konuşmaları bir kez daha... İhsan her nedense Asi’nin onlara atıyla katılmasından rahatsız... bir kez daha uyarıp kırmamak için onu, Ökkeş’ten istiyor konuşmasını kızıyla. Bu konuşmaya şahit olan Demir ise, çalışanına menfi yaklaşan bir ağa görüyor İhsan’da... zaten dünden hazır İhsan ile ilgili her türlü olumsuz yargıya... tesadüfen şahit olduğu bu konuşma, onu biraz daha yaklaştırıyor kalben bu işçi kıza. Erkekler durmuyor devam ediyorlar yollarına ama onların ardından giden Asi yavaşlatıyor atını... ihtiyatlı biraz, geçerken Demir’i... aynı oranda da meraklı ve korkusuzca... gözlerini kaçırmıyor... gururu engel böyle bir zayıflığa. Demir’in gözleriyse köprünün başından sonuna bu işçi kızda. Tesadüflerle gelen karşılaşmaları ruhundaki dokunmuşluğu sürekli taze tutmakta.

Akşam... Savoy Otel... Demir arabada bırakmamış, çıkarmış fotoğrafları odasına... nasıl bırakabilirdi zaten, hiç şaşmıyorum onları görünce itinayla dayanmış koltuğun sırtına. Demir’in yere oturmuş olması ilgimi çekiyor... çocukluğunda da öyle mi yapıyordu acaba... annesi döşekte, masallar anlatırken gecelerini doldurmak için kendisine ve kardeşine... onu mu dinliyorlardı böyle yerde... çocukluk alışkanlıklarının istilasına mı uğradı yüreği yıllar sonra karşısına çıkıveren bu resimle... daha yakın olmak için o günlere... o da yerde işte... annesinin dizlerinin dibinde yine. Bu yetmiyor ama... o günleri paylaşmalı... konuşmalı bilen biriyle. Teyzesini arıyor... Süheyla gergin ama belli etmemeye çalışıyor olabildiğince... Teyzesinin yardımıyla evini buldu, o çiftliğin yolunu tarif etmesini istiyor bu gece de... Teyzesi ise artık daha açık olması gerektiğinin farkında... İstanbul’a dönmesini istiyor Demir’in... derhal... bir an önce. Ne eski defterlerin açılmasını, ne konuşmayı ne de kalmasını istiyor yeğeninin o şehirde..

Demir sever karanlığı... yalnızlığı... geceyi... ama bu şehre geldiğinden beri yaşadığı karanlığı sevmiyor... hissettiği yalnızlığı istemiyor... geceler huzur getirmiyor. Gözden ırak olan geçmişi... gönüle yakın şimdi çoçukluğunun şehrinde... yüreğini çıkmaza sokuyor bile bile. Hatırlayabildiklerinin... dokunabildiklerinin... oralarda biryerlerde kalakalmış yaşanmışlıklarının, safkan bir hüznü gözlerine yüklediğinden habersiz... yetişkin yüreğinde çocukluğuna yer açmaya çalışıyor.

Kozcuoğlu çiftliği... Asi ve Defne yine terasta... yemek öncesi günün olanları konuşuluyor... Defne duygusal... Demir’de sezdiklerini paylaşıyor kardeşiyle... “Mesafeli olmasına mesafeli de... gözlerinde bir hüzün var”... ayrıca. Asi farkında değil Demir’deki hüznün... yüreği, bu genç adamın yaşattığı bir çeşit korku çağında... Üstelik daha önemli şeyler var hayatında... babaya en yakın çocuk olarak, çiftliğin gerçeklerinin herkesden daha fazla farkında... onun ekini saran böceklerlerle, parasızlıkla ilgili ağzından çıkan sözleri her ne kadar ablası duyuyor olsa da, gerçek boyutuyla onları bekleyen şeyleri algılayamıyor olmanın rahatlığını yaşıyor o da ailenin geri kalanıyla. Her sene, benzer yada farklı ama illaki sorunlar yaşanıyor gibi görünüyor konuşmalarda... her sene düze çıkılmış ya... bu sene de bir yol bulunur nasıl olsa. Yaklaşan tehlikeyi görebilmekten uzak o da.

Demir yalnız değil bu akşam... Kerim’de onunla birlikte. Uzunca bir yürüyüşün sonunda giriyorlar görüntüye... ayakları mı yorgun basıyor taşlara, bitkin bir görüntü mü var bize doğru yaklaşmalarında... taaa içinden geçmişler, sanki bütün şehir üstlerinde gibi hala... Nedensizce... uzun uzun yürüdüler bu akşam şehirde... Metropol koşuşturmasından uzak, dingin ortamın etkisiyle... gevşemişler her ikisi de. Sohbetlerinde konu İstanbul’daki hasta enişte... durumu ağırlaşmış... son günlerini geçirmek için gelmek istiyor memleketine. Ardından konu geliyor şehrin gizemine... hissedilen kendine ait ruhuna, Kerim sayesinde... Demir kararsız, bilemiyor... bu gizem kızların mı yoksa şehrin etkisi mi arkadaşının üstünde... Hafife alınca şehri gizemli kılan kızı kendince, uyarı geliyor “Hoop hop!..”diye Kerim’den..... “Canın sıkılmaz... vakit geçirirsin biraz” diyerek basarken Demir, arkadaşının damarına daha bile fazla... alıyor ağzının payını da... “Hiç de öyle değil...”

Kerim anlatırken ilk bakışta hissettiklerini o gizemli kıza... Demir’in gözlerinde gözlerim. İnanmazlıkla süzüyor gibi arkadaşını... hatta tartar gibi bu duygusal yaklaşımın Kerim’deki etkisini.. aşka böyle bakan biri işinde doğru kararlar verebilir mi?.. Bu bir zayıflık değil mi?.. Bir erkek bunları hissedebilir mi?.. Bu kafamızda yarattığımız bir şey değil mi?.. Bütün bunları kendi bir başkası için hissedebilir mi?... Ne kadar bilinmez var ‘aşk’ hakkında, değil mi? Ancak gülünecek bir şey bu belli ki... gülüyor Demir... Aşk diye bir şey var mı ki?.. soruyor...

-Aşık mı oldun yoksa...
-Sen anlamazsın... öyle bir duvar örüyorsun ki etrafına... kimseyi yaklaştırmıyorsun... deneyen bütün kadınların da kalbini kırdın
-Aşk diye bir şey yoktur Kerim... kafamızda yarattığımız bir şey aşk..

Bütün insanlık yanılıyor... doğru bilen bir tek Demir... Meydan okuyor dostuna... itirazı var Kerim’in buna...
-Pekiiii... Herşeyin sırası var. Gün gelecek sende aşka yenileceksin Demir. Bunca zaman da direndiğin için mağlubiyetin çok ağır olacak. O zaman yardım istersen ben yokum.

Gülüyor bu sözlere Demir... O kadar bildik bir duygu saklı ki e.minde, Demir’den gelen o ağız dolusu gülüşte... aşk kiiiim... Demir kim... yanmadan o ateşte e.min de gülüyordu böyle e.min e.min...
-Gül bakalım sen... Aşk karşısında sudan çıkmış balığa döneceğin kesin... çünkü daha önce hiç aşık olmadın
-Bitti mi?
-Bitti...
-İyi... Aşık olduğumda hatırlatta... bir daha konuşalım bunları.

Keşke konuşmak senin için kolay olabilseydi Demir... e.minim konuşurdun... ama konuşmayacaksın. Aşk’ı, bir mağlubiyet görüp kabullenmeyecek... ona direnecek... olanca gücünle karşı koyacaksın... Ama biliyor musun ne?.. Demir gücün sökmez aşka... bilmediğin bu alemde çaresizce kaybolacaksın... yanarken, sağanak yağacaksın... aşık olacaksın... aşk olacaksın...

Çiftliğin kızları sabah erkenden yola düzülmüş... Defne, dedesiyle buluşmak için indiği şehre kardeşlerini taşıyor... Ceylan okula... Gonca Staja bırakılıyor. Defne, dedesiyle buluşacak... ona yeni bir otomobil alınacak... ama önce bir başka işi var Savoy Otelde... Kerim... Çakmağını unutmuş bir gün öncesi çiftlikte... geçerken bırakıverecekler işte... Farketmiyor elbet yollarının üstü olmaması buranın... gönül üstünlüğünü kullanıyor Defne. Elinde çakmak, yüzünde kocaman bir gülümseme, iniyor araçtan. Gelmediğini görünce Asi’nin soruyor yaramazca kardeşine... “Sen yoksa Demir’le karşılaşmaktan mı korkuyorsun?”... Haah şunu bileydin Defne... aynen öyle... Ondan korkmuyor ama karşılaşmaktan korktuğunu biliyor Asi, neden olduğunu henüz kestiremese de. Defne otelin içinde gözden kaybolurken, Asi’nin yüzünde de mani olamadığı bir gülümseme... içten içten gelen dürtülere nasıl daha fazla karşı koysun... gözler ister istemez çevriliyor otele... O yok... ama hatırlamakla bile elektriklendiriyor bütün teni... saçları misali dalga dalga, yayılıyor baştan ayağa... çok yabancı... çok yeni... ama tahtından indiriveriyor işte Asi’yi... Tıpkı dün ki gibi o kapıdan çıkıverse... ‘merhaba’ dese... Asi hazırlıklı bu sefer... paniklemeyecek, öncekiler gibi Demir’i görürse. O bütün bunları gözleri açık hayal ederken gönlünce... özgürce... Defne cansız adımlarla çıkıyor otelden... ellerinde çakmak, geliyor geri Asi’ye. Anlıyor, istediği gibi gitmedi işler... ablası bulamadı Kerim’mi... soruyor... “Otelde yok mu?”... Yoklar... gitmişler... daha da kötüsü, otelden ayrılmışlar... Bunu beklemiyor işte Asi... farketmeden dökülüveriyor dudaklarından onu aranan sözleri... “İkisi de mi?”... Demir bu haline görse nasıl da muhteşem bir tebessümle karşılardı seni... Bir başkası umurunda olmazdı... biliyorum... ama senin öylesine onun ardından, onunla ilgilenmeni görmek de kora çevirirdi Demir’i. Hani o bir yabancıydı... misafirdi... gidecek, kalmayacaktı... Neden yüzündeki bu hayalkırıklığı? Gittiğini bilmene rağmen neden gözlerinin bu yabancıyı aranışı? Hele ruhunun bu yalnız kalışı... bu çırpınışı.... nasıl izzah edeceksin, bunun bir açıklaması var mı?

Oysa yabancılar hala şehirde... bırakın şehri terketmeyi... yerleşiyorlar iyice... Hazır bir ofis kiralanıyor... sekreter ofisin eksiklerini tamamlıyor... herşey neredeyse başlamaya hazır gibi... hatta Mersin’de yapılması planlanan toplantı bile buraya alınıyor. Demir’in bu hızı öfkesinden güç alıyor... öfkesi gözlerinde parlıyor.

Demir’i görüyoruz yine... şehri izliyor gözleri... O, sadece söylenene... sadece görünene bakmaz... anlamak için ruhuyla da gözler herşeyi... Bu şehirde başarılı olmanın yolunun insanını anlamaktan geçtiğini biliyor... duruyor ve seyrediyor... bu sakinlikte, gözlüyor... anlamaya çalışıyor şehrin temposunu... ruhunu. Bakışları sokağa kaydığında dikkatini bir görüntü çekiyor... Doğru mu görüyor... Asi... Asi mi bu?.. Hareketleniyor vücudu... parmaklıklar arasından görebilmek için eğiyor başını... yüzündeki gergin izler siliniyor yavaşça... gözlerine kadar varan bir gülümse o karanlık bakışları yumuşatıyor... ısıtıyor. Kor, kırmızı olur ama bugün bana siyah gibi görünüyor... Demir yalnız başına özgürce seyrederken Asi’yi... çene kasları oynuyor... dudakları kapalı ama uçlarından yüzüne yayılan ilgiyi okumak için e.min olmak gerekmiyor. Kaşlar gevşemiş, alında tek kırışık esrarangiz yara izi öylece duruyor... ara ara yanağında bir gülücük izi beliriyor... bütün ifadesine saçılıveriyor... ama hemen geri topluyor. Hiç gülmedi Asi ona böyle açık açık... Demir bunun tadını çıkarıyor.... Kendine değil ama bak sen şuna... sokakta ona hararetli hararetli ilaçlama yapacak uçağı anlatan adama, yüz dolusu gülümseyebiliyor... Umurunda değil gerçi şu an kime olduğu... belli ki özel biri değil bu gülümsemeyi yaratan o kıvrımlarda... Asi’nin gülümsemesi kendineymiş farzediyor... sahipleniveriyor... Asi sokaktan ayrılır, Demir toplantıya gelenlere katılmak üzere pencerenin yanından uzaklaşırken... hiç kuşkusuz bir Asi-Demir klasiği bu diyorum kendime... mesafeler ötesinden hissedilen, onlar bir arada değilken bile iliklerimize kadar işleyen... biri farkında değilken bile ikisinin arasında gidip gelen bu sakıncalı akım... nefes kesen.

Depar Holding’in Antakya’daki ilk toplantısı... Asi, Demir’de eserken başlıyor... Demir bildiriyor... ‘Projemizi derhal başlatma kararı aldım... bu şehre kim olduğumuzu tanıtalım bakalım!”...

Cemal Ağa torunuyla birlikte gittiği alışverişten çok memnun. Kendine fiyakalı bir araba seçiyor... Diğer tarafta Asi şehirdeki işlerini bitirmiş, cebinden ablaya ulaşıyor. Dedesi ve ablası restoranda olacaklar yarım saate kadar... Asi’de onlara katılmaya karar veriyor. Bu arada toplantı bitmiş... Demir ve Kerim de öğlen yemeği için aynı restoranı seçmiş. Dede-torun’un davetini kabul edip birlikte yiyorlar yemeklerini. Defnenin yüzünde güller açıyor anında... Kerim yanına oturunca... “Hala buradasınız”... Hala buradalar... hatta bir ofis bile kiraladılar... yerleşiyorlar şehre, buralı oluyorlar. Cemal Ağa bu, kurcalamadan durur mu hiç birşeyi... illaki öğrenmeli herşeyi... Buralı oluyor masasının misafirleri ama nerede oturacaklar... otel köşelerinde mi kalacaklar... Demir fırsatı kaçırmıyor... Çiftliği satın almak için bastırıyor... ama Cemal Ağa acizlik saydığı mülk satma işine hiç yanaşmıyor, üstelik de öylesine örnek göstererek İhsan’ın darda olduğunu söylemekten de çekinmiyor. Demir için önemli bir bilgi bu... kafasının bir yerine yazıyor. Mahsülü sorunlu bir toprak sahibi... borç batağında bir İhsan Bey, onun da işine geliyor. Soruyor, “İhsan Bey zor durumda mı?”... Defne hemen konuyu babasında uzaklaştırıyor... “Dedem çiftliği satsa ne güzel olurdu... komşu olurduk değil mi?”... Evet ne iyi olurdu... ama dedeleri ara ara değerini anlamak için satılıkmış gibi pazara sürse bile... çiftliği satmıyor..

Sıra gelmişken kahvelere... Asi görünüyor kapıdan... hiç bir şeyden habersiz dalıyor salona önce... bir anda farkedip Demir ve Kerim’i atıyor kendini geriye. Bunu gören Defne, çıkıyor hemen yemek salonundan... daha o birşey söyleyemeden Asi’nin soruları peş peşe... “Defne nerden çıktı bunlar?... Hani gitmişlerdi?”... Defne vereceği haberden mutlu... sıralıyor o da cevaplarını... “Gitmemişler... gitmeyede pek niyetleri yok gibi... ev almayı bile düşünüyorlar...” Asi Demir’le karşılaşmak istemediği için girmeyi de reddediyor yemek salonuna... Ablasının ikna çabaları boşa... ne şaşırtmayı istiyor onu... ne de bu yanlış anlaşılmanın çözülmesini... ısrarın faydası yok... eve gitmek istiyor sadece. Onlar daha tam netleştirememişken ne yapacaklarını... Demir çıkıyor yemek salonundan... Defne atik... hemencecik sözcükler dökülüveriyor ağzından... “Alışveriş yaptım, paketleri de girişe bırakmıştım. Madem çiftliğe dönüyorsun, onları da götürüver.”... Asi’nin işçi kız imajı pekişiyor, evin kızının bu sözleriyle... Demir’in merdivenlerden inerek sahanlığı terketmesiyle gülüşüyor kardeşler... yabancılar kalıyor şehirde... üstelik Asi’nin sırrı emniyette.. gülmeye hakları var... kıkırdaşıyorlar kelimenin tam anlamıyla kardeşçe.

Demir restoranın girişinde, birileriyle telefonla konuşuyor... kapatmak üzere... o telefon olmasa da başka bir bahane bulur beklerdi Asi’yi... Bir ‘merhaba’ var, yol gözleyen dudaklarında... Kapatıp telefonunu geri döndüğünde, Asi’yle burun buruna... Ellerinde evin kızının paketleri... yüzünde resepsiyondaki kıza verdiği gülümseme geliyor farketmeden Demir’e Asi... Dönme dolaba binmişçesine... dönüyorlar birlikte... belki sadece yüzseksen derece ama başım dönüyor onların gözlerinde... Sahne sadece bir kaç saniye fakat durdura durdura ilerliyorum. Her bir karede soruyorum gözlerine... “Neler oluyor... haberiniz var mı size?”

Demir tecrubeli vücudunun tepkilerinde... tenlerin kimyasının nasıl işlediğinde... biliyor...‘istemek’ ne... gerçi korkutuyor böylesine istemek, kontrolsüzce istemek Demir’i de... Asi tecrubesiz ama ne çocuk ne de cahil... ‘istiyor’ o da bu adamı... bu istek siliyor gözlerinden sabahın hayal kırıklığını... Düşünsellik yok artık Asi’nin bu anında... Demir’in beklediği ‘merhaba’nın fersah fersah uzağında, onu soluksuz bırakan bir yosun sarmalında... hazırlıksız yakalıyor ve okşayıveriyor gözleriyle bu adamı... öylesine istiyor bu adamı... Bakmanın çok ötesinde... bir dokunmuşluk... neredeyse tenleri temas etmişçesine bir yoğunluk... birkaç saniyelik karışmışlıkta... ikisi de artık birbirinin farkında... biliyorlar... birbirlerini istiyorlar. Demir, o karışmışlığa ilave edebiliyor bir ‘merhaba’... ama Asi kaçıyor başını eğip... cesurca soluksuz bıraktığı bu adama bir saniye daha bakamaz bu utanmışlıkla. Demir alışık şehir hayatından böyle oyunlara... Ya bu utanmışlığa!.. Bu farklı işte... onu utandırmış olduğunu farketmek mutlu ediyor Demir’i... ürpertiyor tekrar tenini sanki yanındaymışçasına... bir kez daha o sarmala yakalanmışçasına...

İhsan Banka müdürünü ziyaret ediyor bu arada... Müdür yeni krediyi, oturdukları çiftliği ipotek etmeleri karşılığında çıkarmaya kara vermiş sonunda. İhsan zaman istiyor düşünmeye... önemli kararlardan önce insan düşünmeli muhakkak bir gece. Geriye dönüş yolunda köprüde çalışanlarla karşılaşıyor İhsan... öğreniyor ki köprü restore ediliyor şehre yeni gelen bir iş adamının, Demir Doğan’ın yardımıyla... Köprü sadece başlangıç... büyük projeler sırada... Anlaşılıyor ki Demir’in izleri şimdiden görülmeye başlıyor... onlara diş biliyor... çiftliklerine giden en kısa yolu nezaketle tıkıyor... Demir’in bu gelişmelerden daha haberi yok ama İhsan bunu bilmiyor... düşünüyor, “O delikanlı başka neler planlıyor?”

Planlarının hepsi intikam kokmuyor Demir’in oysa. O inanılmaz adamı tanıyan hiç kimse tahmin bile edemez... ne kadar cömert, ne kadar sevgi dolu bir kalbi olduğunu, o demir gibi görüntünün altında... Geçmişine bir aile sıcaklığını bağışlıyor kaş göz arasında. Neredeyse o mahçup oluyor aldığı ev için ona teşkküre gelen aile karşısında.

Sabah ilaçlama uçağının gürültüsüyle uyanıyor ekinler... Bir evvelki sene yardım ettiği arkadaşı zordaki İhsanı yalnız bırakmıyor bu sene... yardım gönderiyor. Kozcuoğlu semalarındaki bu ses... mahsulü kurtardıklarını şimdiden ilan ediyor...

Taş Köprü’deki restorasyon çalışması başlamış... Mimardan yenileme çalışmalarının detaylarını alıyor Demir... Röleve çıkarılmış... ayaklara çelik bir korse giydirilmiş... herşeyi orjinaline uygun yapıyorlar... iş uzuyor ama mühim değil Demir için. Ardından farkediyor ki köprü trafiğe kapatılmış... Kozcuoğluları çiftliğine giriş-çıkış daha uzak olan diğer yoldan yapılacakmış... ne demeli... bu ustalıklı rahatsızlığın ellerine sağlık.

Nehirdeki bir hareketlenme dikkatini çekiyor Demir’in... Bu Asi’nin boğulmaktan kurtardığı çocuk... yine suda... duyarsız kalabilir mi... o çocuğu suda kendi haline bırakabilir mi?... Gidiyor yanına... soruyor “Öğrendin mi yüzmeyi?”... Daha öğrenmemiş Hüseyin. Korkmasına da korkuyor sudan ama kendine de mani olamıyor... Eğlenmek istiyor. Demir kendince bir tedbir öneriyor... ona kolluk almayı teklif ediyor... Hüseyin habersiz... kolluk nedir bilmiyor... “O da ne be?...”... Hem Hüseyin’in bir şeye ihtiyacı yok... Asi ablasıyla geldi nehre... onu bekliyor... yüzecekler birlikte... “Asi Ablası gelsene!...”...
Asi beliriyor yeşilliklerin ardından... Hüseyin’i görünce suda, yüzünde keyifli bir gülümseme... Ne zamanki Demir giriyor görüşüne... alıcı kuşlar misali kapkara gözler... haber salıyor gecikmeden Asi’nin yüreğine... “Bak sen şu işe ... tesadüf bu ya... ayaklarınla bana geldin yine işte”... Yok sayıyor Demir’i de... gözlerini de Asi... ‘istiyor’ olmak yetmez... o kadar basit değil... o kadar kolay değil... bu kalenderce içli dışlı olabileceği bir duygu değil. Ne Demir oradayken... ne de yüreği böylesine çarparken, hiç bir şey öğretemez Hüseyin’e... “Tek başına suda oynama Hüseyin... yarın yüzeriz”. ‘Merhaba’ dememeye kararlı bu sefer öne eğilen o başla, Demir... Hüseyin, bu abiyle, Asi ablası arasındaki gözsel düellodan habersiz soruyor... “Sen bu abiyi tanıyor musun?” ... İlk hamle ondan gelmezdi kendiliğinden ama hemen sarılıyor bu fırsata Demir... onun renkli beden dilinden, çok sevdiğim baş hareketlerinden biri geliyor... “Ben de onu kurtardım... unuttun mu, Hüseyin?”... Asi hala Demir’e sessiz... Asi hala Demir’e halsiz... yüreği hala düzensiz. Demir hareketsizliğinden sıyrılıyor... kalıcı adımlarda Asi’ye yanaşırken bir taraftanda Asi’yi kışkırtıyor... “Gerçi o suyun can alabileceğine inanmıyor!”... Bu için için yanıştan kurtulmanın tek yolu... ateşten kaçış. Asi’de bunu yapıyor... kaçıyor. Başarılı bir iş adamı olmanın yolu, insanları doğru tahlil edebilmekten geçiyor... Demir için Asi açık bir kitap değil ama onu kendinden kaçıyor olduğunu bilecek kadar anlıyor. Asi’nin kaçışı kovalanmayı gerektiriyor... “Neden kaçıyorsun?”... “Kaçmıyorum... gidiyorum”.

Toprak ana çalışacak onlar adına... yola çıkan tümseği bir hamlede aşamayan Asi’yi, düşürecek Demir’in kucağına... azmetmiş sanki onlara, acemiler ya daha... Bir kez daha birbirlerini kollarındalar... iki yabancı için çok... ama çok yakınlar. Bu yakınlıkları nasılda her ikisinin de seslerini kesiyor. Onlar bu kadar yakınken... gözleri konuşuyor... Demir’in kollarına düşen bir ateş parçası... yakıyor... o zaman Asi neden alev alev yanıyor? Asi bu yakınlıkla hatırlıyor... gözleri Demir’in dudaklarına takılıyor.. O dudaklar mı hayatını kurtardı?... Yaşama mı... yoksa aşka mı çağırdı?... Soluksuzluğunu hatırlıyor Asi... ama ya tadını... tadı nasıldı?... Göründükleri kadar karşı konulmaz mıydı?... Kendini bilmezken kendinde gezinen bu dudakların demir tadını hayal etmeye çalışacak gizli gizli, sonraları. Demir için ise durum farklı... uygunsuzdu, yersizdi, zamansızdı... bunları biliyor ama bunu planlamamıştı... En çok da onsuzdu can havliyle paylaşılan dokunmuşluklar... tek taraflıydı... yarımdı... karşılıksızdı... ama tattı bir şekilde işte onu... nasıl geri döndürsün bu tadılmışlığı. Bütün bunları o mu düşünüyor... aklından zoru olmalı!

Asi kendini Demir’den, gözlerini dudaklarından kaçırırken o adamın gecelerine bir hatıra bırakıyor ardından... Yosun gözleri ateşe veren dokunuşların hayalini kuracak Demir... artık hiç bir şey göremeyecek olana değin o ateşte... temaslarının o ateşi körükleyişini izleyecek... istisnasız, her seferinde... kendine ne olduğunu anlamadan... bana neler oluyor dese bile... cevap bulamadan...

Sorgulatıyor bana kendimi... üst üste gelen bu sahneler... Asi-Demir daha nasıl bu kadar erken bir dönemde bu kadar yoğun orada... Belkide çok şaşırtıcı değil onların fiziksel temasını beklemede ki sabrımız... bu ilk bölümlerin irdelenmesinden sonra... İhtiyacımız yokmuş gözlerimizle görmeye... Görünenin ardında... iliklerimize kadar dokunmuş ürpertileri... sevişleri... yaşanmışçasına. Her bir araya gelişleri sonrası birbirlerinin ardlarından bakışları var ya ... “bana bunu nasıl yaşattın”... dermişçesine... inanmazca... şaşkınca. Yetmişbir bölüm boyunca... hiç dokunmamış olsalardı dahi birbirlerine... Asi’nin tek bir saç teli bile ulaşamamış olsaydı Demir’in yüzüne... As-Demir bu dünyanın en inanılmaz aşk hikayesi olacaktı yine. İhtiyaçları yokmuş bakışlarından başka hiç bir şeye.

Cast’ın başarısı mı bu sadece... bu kadar basit mi? Olmamalı... Bizlerin bu dizinin ardındakileri keşfedişimiz gibi bir mucizeyle bu iki oyuncunun geçmişlerinin ve geleceklerinin bir kesişme noktasıymış bu dizi... ‘kozmik bir noktaymış’ diye düşünüyorum. Bütünü asla göremeyeceğimiz... buna bilincimiz asla yetemeyeceği için... ne olduğunu bilmiyoruz... sadece bir ad koyuyoruz... ‘mucize’ diyoruz... Kim diyebilir ki ‘değil’ diye?... Kendi yaşam sınırlarımızda bizim için iki sene olan bu süre... nedir ki kozmik yaşam içinde... karşılık geliyor hiç bir şeye... ve bu iki oyuncu... keşiştiler Asi-Demir‘de... bu kesişme... bu sarsan dokunuş öyle bir enerji açığa çıkardı ki... etkisi hala üzerimizde... 65. bölüm yorumumda farkında olmadan sayıkladığım bir düşünce... “...duyguların yaşı olsaydı eğer onların gözlerindeki bu aşkın ömrünü biçmeğe yetmezdi ne asırlar ne de dünyalı yıllar” demişim biraz da bilinçsizce. Bu kesişme bitmedi henüz, devam ediyor... biz dünyalı yıllarımızın geri kalanında bu enerjinin etkisinde yaşayacağız belkide... ortaya çıkan enerji ne zaman nerede sonlanlanacak... sonlanır mı?... Bizler... sıradan insanlar bunu anlar mı?... Hesaplanabilir birşey mi bu, karşılığı, dengi var mı?.. Birileri çıkıp bunları anlatır mı?... Anlatsalar dahi... anlaşılır mı?.. İki sene boyunca bir kurgu içinde beslenen bu enerji bir nokta ile sonlanır mı? Hala devam ediyor olması o kadar da anlaşılmaz mı?
....

Cemal Ağa sürpriz bir çıkışla, Demir’i şaşırtan bir teklif yapıyor... Çiftliği ona satmaya karar veriyor. Bu satış kararının altında, Demir’i mezarı başında gördüğü Emine Doğan’ın seceresini araştırması yatıyor. Demir sevmez sürprizleri... şaşırmayı da... Ama o çiftliği ümitsizce istiyor. O nedenle çok da bakmıyor ardına bu karar değişikliğinin... nedeninin. Şehirde... Cemal Ağa’nın konağına ziyarete gidiyorlar Kerim ile birlikte... arkadaşının gözlerini yuvalarından oynatan bir fiyat biçiyor mülke. Ardından içilen nar suları da pek yakışıyor bu işi sindirmeye...

Şirkete dönerken görüyoruz arkadaşları ... Kerim’in itirazı yok, çiftliğe biçilen bedeli çok fazla bulsada... Defne’nin ayaklarının dibinde olmak yetiyor ona. Benzer bir duygu Demir de yaşıyor oysa. O asi kıza yakın olmak hoşuna gidecek nasılda ama asıl derdi başka. Bu bir satrançmışçasına... ileriye dönük hamleleri kafasında hazırlasada... ayağına kadar gelen fırsatları kaçırmıyor asla. Şirkete dönüş yolunda, çiftlik komşusu olacaklarını bildirmekten büyük bir haz alıyor, berberde gördüğü İhsan’a. İhsan’ın yüzünü donduran bu komşuluk, değiyor, koyduğu her sıfıra o dokuzun sonuna. İhsan yan çiftliğin geçmişin gölgesine satılmasından çok rahatsız... dayanıyor kayınpederin kapısına... Ama değiştirmiyor bu taşkınlık hiç bir şeyi... tam tersi açık ediyor hassasiyetini. Kozcuoğlu çiftliğine dönüşündeyse... bu kötü haberi paylaştığı yine... en yakını... Asi. Asi’nin kızgınlığı da babasından aşağı kalmıyor hani! O kadar uğraşmış oradaki toprakla... daha yeni ekmiş hepsini... Ne yani, emeğini İstanbul’luya hediye mi etti?

Akşam üstü... Savoy Otelde protokol imzalıyorlar çiftik için. Laf arasında sıkıştırveriyor Cemal Ağa... “ Önemli bir şey değil... ama bizim torun heves etmiş... birşeyler ekmiş oraya... O mahsül onundur... bilesin!”... Demir ne tenezzül eder bu mahsüle... ne de bir başkasının emeğine konar... “Tabi ki... torununuz hasadını yapar”. Ardından ikinci bakla düşer Cemal Ağa’nın ağzından... İhsan’ın öfkesi hala Cemal Ağa’nın yüreğini uçurmakta... “Bir de damat var... İhsan”... İhsan’ın adının geçişiyle dikkat kesilir Demir... gözler Cemal Ağa’da... “Pek kızdı sana sattım diye”... Demir’in zaten sadece bu umurunda... üstelik nasıl da memnun şimdiden onu kızdırdığına... huzursuzlandırdığına. Amacına ilk adımı atmış oluyor Demir daha en başta. Cemal Ağa devam ediyor... “Ama iyi adamdır. Birbirinizi tanıdıkça sever anlaşırsınız...” Demir’in den hiç cevap gelmiyor, Cemal Ağa’nın İhsan yorumuna... o kendi yorumlarını yapmakta içten içten... ağırca. Gözlerini ev sahibinden uzaklaştırıp ortaya... belirsiz bir noktaya çeker, kahve fincanını dudaklarını götürken... gözlerinin gördüğü bir çift siyah çizme yürüyor gibi çamurlarda...

Asi besleyerek serpiyor buzağısını kendi elleriyle... Ekinlerin sarı ipek püskülleri bekliyorlar hasadı... hevesli ellerde... Kadınlarsa yaz sıcağının etkisini en az hissedecekleri kemerli terasta... kahvelerinde... sohbetlerinde... Günler geçiyor. Demir yerleşiyor yavaş yavaş çiftliğine... önden eşyaları... ardından Demir... ve atı geliyor.

Asi... Yağmur duasında... Demir dansında

Denizlerin suyu mu çekilmiş... yosun emsal yemyeşil tarlalar... Uçsuz buçaksız o verimli yürek... o ova... Ya o yüksünen mavilik... o asi ruhun aşk yüzü... nereden bulacak bulutsuz bu gökyüzünde yağmuru... Bu sadece asi dudakların fısıldadığı yağmur duası mı?... Adeta doğayla tutulan bir aşk dansı... Fısıltıların baştan çıkaran karşılığı... dikkat et, dilenen gerçekleşebilir... toprağa da Asi’ye de yağmur değebilir.

-Toprak verdin , yağmurunu ver... Ellerimizi boş çevirme...

Demir... Asi’nin yağmur duasına... gürleyerek geliyor hayatına... her seferinde Asi’yi durultan bir ‘merhaba’
Atını yeni getirtmiş... nefesini açayım demiş... belli ki Asi’nin duasına karşılık, bu topraklara uğur... bereket gelmiş... gökten altın yağsa sevinilmez böyle coşkuyla... ne kadar da bağlı Asi toprağına..

Üstlerinden akıp gidiyor yağmur... bu ıslaklıkla hatırlanan bir başka yaşanmışlık akıyor Asi’nin ruhundan... benzer bir ıslaklıkta can bulan. Daha teşekkür etmedi... edemedi... fırsatı olmadı onun estirdiği fırtınayla boğuşmaktan.

-Hani beni kurtarmıştınız ya... sudan... boğulmaktan... fırsat bulamamıştım... teşekkür ederim.

Demir sessiz... seyrediyor onu... “Haberin var mı aslında suyun sana ne kadar yakıştığından... benim yerime sana dokunan yağmurla sevişirken, ne kadar güzel olduğundan... nasıl isterdim o damlalar olmayı saçlarından yüzünden akan, boynunu bulan... ... ...aşağılara kayan. Benim olacaksın... Güneşimsin bu topraklarda bulduğum... Bırakmam seni... Benim olduğunda... işte o zaman... asıl o zaman tadacaksın yağmurda ıslanmayı... Güneş yağmurlayken nasıl rengarenk kuşaklanırsa yaşam, kuşatacağım seni öyle... rengarenk ve sırılsıklam.

Yüzünü göğe çevirmiş, atıyla daireler çizerek yağmur dileyen Asi’ye Demir’in katılışında ve onun etrafında daireler çizişinde bir çeşit dansın saklı olduğu hissine kapılıyorum bu çekimi geride bırakırken. Sadece o da değil aslında... temassız bir dokunuşu ardımızda bıraktığımızı hissediyorum... onlar bir şekilde dokunuyorlar birbirlerine derinden. Biliyorum... saçma sapan şeyler söylüyorum ama benim bunu doğru dürüst anlatmaya gücümün yetmeyişi neden. Demir’in ardından bakakaldığı da yine bu dokunuştur zaten.

Defne’nin bir evvelki akşam Kerim’le buluşmasında tanıştığı Romen işadamıyla görüşmeye gidiyor Asi... İhsan, pek ümitli değil... tembihliyor kızını... “Bir şey çıkmazsa da canını sıkma” diye. Ama çabası boşa çıkmıyor Asi’nin. Ekin raporları gösteriyor ki... değerler alıcının beklentilerine uygun. El sıkışıyorlar ve tarladaki ekin için anlaşmaya varıyorlar.

Karanlık çökmüş Antakya’ya... Kozcuoğlu çiftliğinde akşam, cıvıl cıvıl el işi yapan kızlarla... farketmiyor yaşayanları bu gecenin ne kadar karanlık olduğunu... gülüşüyorlar... sohbetler gırla. Ama komşuları yanıbaşlarında... yanındaki dosta rağmen yalnız... bir tek gecesi değil ruhu tamamen karanlıkta. “Anne... ben geldim... oğlun...”... diyor ana kabrinde diz çöktüğü o andan bu yana... sessizce tekrarlanmış bu kelimeler günler boyunca... içten içe belkide yaşam boyunca... Farketmek için buraya gelmesi gerekiyordu belkide... her ne kadar büyürken teyzeleri, Süheyla, yanlarında olsada... anneleri gibi olsada... anladı ki öyle olmuyormuş, o fotoğrafları bulunca. Görülmemiş hesabı... alınacak intikamım varmış... Hayat Demir’e kaçışlar bağışlamış çocuk yaşta... o ‘hatırlamaktan’ kaçarak yaşamış, hayatı boyunca... Hep oradaydı bu gerçek... bildiğim gerçek... neden yüzüme çarpılıyor bu karanlıkta...

Harman geliyor kısa vakitte... biçerler dövüyor ekini coşkuyla... toz toprağa dönüyor, ekin depoya giriyor. Ama bu arada da Cemal Ağa yapacağını yapıyor... Romen alıcıyı vazgeçiriyor Kozcuoğlu’nun ürününü almaktan.. Demir Doğan’na sattığı çiftliğin mahsulünü yok pahasına Romanyalıya veriyor.
Asi ve Defne... çiftilkte... kötü haber tez duyulur... Asi’de duyuyor elbette. Habere öfkesini... kızgınlığını paylaşıyor ilkten Defne’yle. Abla şaşkın... komşu çiftliğin mahsülü Demir’in değil ki, dedesinin!.. Asi’den öğreniyor ki, artık değil... dedeleri kardeşinin işlediği toprağın mahsulünü bile, zar zor, rica minnet alabilmiş. Bir şeyler düşünebilirler mi?.. Kerim’i arayıp sorabilirler mi?.. “Sakın” diyor Asi... “Ben onunla başa çıkmasını bilirim”... dayanıyor kapısına Demir’in... ama çitler engel önünde...

Çitler çekilmiş görüyor ki yan çiftlikle aralarına... sadece emek verdiği, işlediği toprakları almamış... buraların adetlerini de hiçe saymış... kimseler söylemeye cesaret edememiş beyimize... “Burada usul böyle değildir. Biz burada toprağı çitlerle değil rengiyle ayırırız” diye.
Demir yeni evinde... kendi çiftliğinde... Olan bitenden, toprağına dikilen çitlere öfkelenen kızdan habersiz... şaşırıyor kahya gelipte bilgi verince... “Yeni yaptırdığımız çitleri yıkmışlar”... Durgunlaşıyor bir an Demir... “Kim yapmış peki?”... Kerim geliyor yanlarına... kahyanın heyecanlı heyecanlı anlatımına... Kozcuoğullarından birinin gelip söylendiğini anlatıyor adamcağız, başkada bir şey bilmiyor... Kozcuoğulları neden böyle bir şey yapsın ki... kafalar karışıyor... gidip bir baksınlar bakalım... neler oluyor.

Sadece saatler evvel, benzer bir ruh haliyle Asi’nin at koşturduğu yerlerden Demir geçiyor bu sefer kendi atıyla... benzer bir öfke... benzer bir kızgınlıkla yerle bir edilen o çitlerin önünde Demir... “Bu ne demek şimdi... ne anlama geliyor bu?”... Çitlerin kazayla yıkılmadığı kesin... yıkılan çitlerin hepsi Demir’e ders vermeye çalışırcasına, meydan okurcasına düzgün... bir bir dizilmişler yere... sanki “Gel ve nedenini sor” dermişçesine... Demir mesajı alıyor, isteneni yapıyor... sakinliğini bırakıp o çitlerle yerde, yan çiftliğin kapısına dayanıyor.

İhsan çalışanlarıyla mandrada... o karşılıyor atıyla dört nala gelen Demir’i kapıda.... çok uzatmadan kısaca soruyor, buyur ediyor onu, neden burada? Demir’in de uzatmaya niyeti yok zaten... ne de burada fazla kalmaya... atının üzerinde hala... sorunuysa ortada... “Arazimin çevresine çit çektiriyorum...” Duymuş bunu İhsan... “Kahya çekelim dedi... çektiriyorum. Buralar için uygunsuz bir şey mi bilmiyorum”... içgüdüleri söylüyor olmalı ki aklı başında hiç biri gelipte yıkmaz komşu çiftliğin çitlerini... İhsan buraların adetlerini öğretmeye kalkacak değil ayak üstü bir yabancıya... kestirip atıyor... “İsteyen yapar”... ama bu kadar çabuk kurtulamayacak Demir’den... “Biri gelip çitlerimi yıkmış... Kozcuoğullarından diyor görenler”. İhsan’ın belindeki kolları düşüveriyor aşağıya... onlarla beraber omuzlarıda... bir anda yıkılıyor kendine güveni o çitlerle beraber. Başı etrafındaki işçilerinde gezerken soruyor... “Kim yaptı bunu... kim yaptıysa derhal söylesin... Kozcuoğlu ismine kimse leke süremez”. Ses çıkmıyor işçilerden... gözler geçmiş tecrübelerden deneyimli birbirlerinin üzerinde gezerken İhsan sesini yükseltiyor... “Kim yaptı diyorum... derhal ortaya çıksın”... Herkes Demir’e doğru dönükken... Asi çıkıyor ardiyeden... ne yağmur, ne gök gürültüsü ama bir şimşek çakıyor Demir’e aniden... ışığı gözlerinde... anında Asi’nin üstünde... daha o söylemeden biliyor... çitlerini Asi yıkıyor. Üzüntüvari bir sıkışma yüreğinde peydah oluveriyor... zaten ağası bu kızı kırıyor... birde çitlerini yıkarak neden sorun açıyor. Aslında Demir için bile çok hızlı olanlar... benim anlatabilmek için kelimelere sığındığım bu dakikalar onların algılarında sadece anlar... Arkası geliyor bu yüzleşmenin... ikinci kez çakıyor şimşek Demire... “Ben yaptım baba... ben yaptım”... itirafın peşine takılıp gelen o iki hece ile... safa sürmeye başlıyor inanmazlık Demir’in gözlerinde... demir yürek ateşten çekilip suya salınmışçasına ... yanmayı ve donmayı yaşıyor birlikte. Çenesinde asice bir gerilme, sımsıkı kapalı dudakları... gözleri feragat edip Asi’den... dönüyor yere. Bu da bir vazgeçiş değil de... ne?
İhsan’ın yüzünden okunuyor şaşkınlığı... aklıbaşında kızı... Asi’si... neden yapmış olabilir böyle bir şeyi..

-O gereksiz çiti ben söktüm... diyor Asi.

Demir anlıyor ki... çitlerini yıkan düşman... kalbinde.

İhsan uğraşmadı Demir’le... ama Asi bu yabancıya dersini vermeye kararlı.

-Asıl o çiti çeken özür dilemeli.

İhsan yöre insanı... bir baba... üstelik bu aileye geçmişten bağlı. Hakkane olmak ama kızının taşkınlığına da yol bulmak zorunda... biraz evvel esirgediği açıklamayı şimdi veriyor komşusuna... “Demir Bey... toprağı bu usülle ayırmak burada pek adetten değilir”... Demir durur mu... zaten yaralı... söyleniyor, “Kuralları çiğnediğimi bilmiyordum?”... Asi... yine asi... çarpışıyor doğruluğuna inandığı yolda... “Öyleyse artık öğrendiniz”.... Çıkışıyor İhsan kızına... bu kadar “Asiiiiiii” lik yeter. Demir’de aynı fikirde... üstelik ‘nankör’ diyor, atını çevirirken gözleri... birde, ‘kendi toprağını diledikleri gibi kulanmalarına izin verdi... iyi niyet gösterdi’.

Sadece ona yaklaşmaya çalışan kadınlarla değil... sanki dünya ile arasına engeller koyuyor... çitler çekiyor Demir. Bunu neden yapıyor... o gereksiz çitleri neden çekiyor Demir?

Çitler dünyayı dışarıda değil, onu içeride tutuyor asıl. O çitleri kendi için çekiyor Demir. Ama geç kalmış o çitleri çekmekte... o engelleri koymakta... Gözle görünen sakinliğine rağmen... ruhunun... kalbinin... çalkantılı denizlerinde... diplerde bir yerlerde sıkı sıkı kapalı tuttuğu yüreğine... istiridyenin içine sızar gibi sızmış bir kum tanesi. Bu kum tanesini... bu düşmanı... bu istenmeyeni... yok etmek... parçalamak için amansız bir mücadele verecek. Yok etmeye dönük her çabasında, onu biraz daha sarmaladığını, sahiplendiğini, derinlerine gömdüğünü, yaşama sebebi haline getirdiğini farketmeden... onu, elini kolunu bağlayarak etkisizleştirmeye çalışırken aslında kendini ona bağladığını anlayamadan... onu dünyanını en nadide hazinesine dönüştürdüğünü bilmeden... büyütecek yüreğinde. Öylece bırakabilir mi istiridye o inatçı kum tanesini içinde... bırakamaz... iyi ki de yapamaz... Bu mücadele olmasa, ne istiridye incisini... ne Demir Asi’sini bu denli sarmalayamaz. İncisi olmayan bir istiridyenin, Asi’siz bir Demir’in anlamı olmaz... olamaz. (6)

(6) Contiki ile 46. Bölüm – inci yüzük- yorumum üzerine yaptığımız yazışmalardan derlenmiştir.
2. Bölüm
Kapsamlı Fragman