Asil prensesler... demir savaşçılar... çocukluğun masallar ülkesinden... bir kuş uçtu konduğu daldan... Kanatları huşuyla savurdu ilk darbeyi... Mucizelerin gerçekleştiği bu diyarın en güzel ögelerini; aşkı... umudu... inancı taşıyarak dalga dalga yayıldı, uzak diyarlarda bir güzel ülkeye, bir güzel şehre ulaştı... Uzun yolculuğu kıyıya varınca yavaşladı, esintinin. Denizin asırlardır dalga dalga vurduğu sahilleri yalayarak, sıcağıyla kavuran yaz gününde köprüden nehri seyreden anaya el sallayarak, geçtiği tarlalarda başakları sağa sola savurarak,.... hız kaybetti. Bütün görkemiyle ekinlerin arasında boy bulan bir çiftliğin taş duvarları arasında dolaştıktan sonra uzakta görünen şehre doğru son bir gayret gösterdi. E.mindi... biliyordu ki son durak orada. Şehrin eski mahallelerinden birinde, bir evin avlusuna doğru geldiğinde artık yolculuğunun bittiğinin farkındaydı. Yılların yorgunluğuyla küçük bir esintiye dahi dayanamayacak gibi görünen evin pencereleri hafifçe aralandı esen rüzgarla ve geçit verdiler ona... onunla beraber bir masala. Pencerenin pervazında iki kuş figürünun renkleri çekti onu adeta. Üzerlerinde hafifçe dolantı esinti... soluk renklere sokuldu... bıraktı nihayet kendini... Bu soluk renklerden bir demir nefes ile canlanacak... asi saçları estirmek için havalanacak yeniden, seneler sonra. Ruhlara dokunmayı başaracak, hem gerçek hem masal bir hikaye başlatacak buradan... Asi ve Demir’in hikayesini. Bir dizi içinde bir aşk masalı, bir aşk masalı içinde bir tutku kasıp kavuran, gözlere hapsolmuş bir aşk hikayesi... bir büyü... bir Asi Masal... ‘... az gitmiş... uz gitmiş... dere tepe düz gitmiş...’ diye başlar bütün hikayeler... onların ki de farklı başlamadı... Bir masal gibiydi daha ilk günden... Ulu dağlar, ara ara düzlükler ardından kıvrıla kıvrıla görüntüye giren tersine nehir ‘Asi’... hepimizi kıyısında olma hayaliyle çekti kendine teklif dahi etmeden... Asi Nehri kıyısında bir yol... bir yan yemyeşil ekin, bir yan kıraç... nehre meydan okurcasına hızla ileryelen bir araç... bir yalnızlık duygusu bende, nedir bu aracı böyle yalnız yapan ilk görüşümde. Yakın plan çekimle aracın içindeki iki genç gözlerimizin önünde. Demir ile tanışıyorum önce... kamera camdan çevreyi izleyen yüzüne döndüğünde... dışarıya bakan gözlerinde ilk farkettiğim, kuşku duyulmayacak bir öfke... O ne öyle!.. Ne olmuş olabilir bu delikanlıyı bu yolculukta öfkelendiren böylesine... Bölgeye hakim bir dağ yamacında durduruyorlar arabayı, seyretmek için manzarayı. Yamaçtan yukarı çıkan kamera görüntüsünde tamamen siyahlar içinde Demir. Önce iki yana açılmış bacakları giriyor görüşümüze ardından pantalon ceplerine saklanmış elleri... alışık değilim eli cebinde dolaşan erkeklere... ilk bölümlerde garipseyeceğim bu davranışı ama onu tanıdıkça öğreneceğim ki ‘konuşuyor bu adamın elleri’ (1)... bu nedenle ellerini içigüdüsel olarak saklıyor gibi. Görüntü yukarıya doğru kayıyor, kısacık kesilmiş saçları ve sinek kaydı tıraşıyla baş bölgesi... ‘...gözlerini gölgeleyen çatık kaşları, göz kapaklarının ardındaki karanlık bakışları... hudut tanımaz öfkesi... boydan boya suratında...’(2) ... geçimsiz şu anki ifadesi yakışıklılığıyla. Duruşu rahatmış gibi görünse de, nasıl bir tetikte oluş var bütününde... her an müdahale edebilecekmiş gibi bir tehlikeye, ‘Bana yaklaşmayın’ dercesine... Gerçekten de öyle... Demir’i bize tanıtan o çırılçıplak ruh ifadesi ve beden dili, M.Yıldırım’ın bize Demir’i aktaran bu ilk görüntüsünde. Derken beyazlar içindeki genç geliyor yanımıza, yüzünde kocaman bir gülüş... kulağında küpesiyle güleç yüzlü oğlanla tanışıyoruz... bu da Kerim... zor gün dostu, iş ortağı, gözünü kapatıp sırtını dayayacağı çocukluk arkadaşı... Bunları ne kadar rahatlıkla söyleyebiliyorum... gördüm... gördük hep beraber sonraları. “Etkileyici gerçekten...” Konuşmaya başlıyorlar... Anlıyoruz ki burası Demir’in memleketi... uzun zaman olmuş onun buraya gelmediği... kimseleri kalmamış... annesinin ölümünden hemen sonra gitmişler buralardan... bir daha da gelmemiş hiç... “İlk kez geliyorum...” diyor Demir... meydan okurcasına, taşa, toprağa, rüzgara... gözleri avını süzen bir şahinmiş meğer... büyük ihtimal, daha ilk görüşte sorduk “Ne alıp veremediği var bu topraklarla”... şimdi biliyorum ki derdi bu topraklarla değil... aksine, bir soyuyla... İki ulu ağaç ortasına kurulmuş hayalperest bir salıncak... sallanılmak yerine, sarılmış ipleri dönerek birbirine... tersine döne döne açılırken bir genç kızı da döndürüyor hayallerinde aheste aheste... acelesi yok bu kızın... kendini salıncağın yazgısına, doğanın kendi yol buluşuna bırakmış... elleri sıkıca iplerde ama uçarıca kaykılmış geriye bedeniyle... alnından arkaya toplanmış saçları serbestçe bırakılmış... ‘buradayım... gelin bana’ diyor, taşa, toprağa, rüzgara... suya. Buluzunun mavisi gökle, eteğinin beji mısırların rengiyle yarışıyor... sıkıca bağlanmış kalın deri kemer, geniş bir tokayla beli sımsıkı sarıyor... ‘beni kimseler buradan açamaz’ diyor... yada açabilecek tek bir kişinin olduğunu bilmiyor... Burada bir an durmak zorundayım işte... o kemeri çözecek ellere... o özel geceye, gidip gelmek zorundayım. Asi’yle yeni tanışanlar için bu belki bir bilmece... ileride bulacaklar cevabı... ama bilenler biliyorki “bir merhaba demeden geçmek olmaz” gelecekteki o geceye. O kemer meğer sıkı sıkı bağlanmış senelerce narin ama güçlü ellerde, ancak demirden eller çözer, geçit verir sahibine... Ve nihayet bir ses ‘Asi’ diyor... tanıştırıyor bizi bu güzellikle... güne eşdeğer bir gülümseme yüzünde...kendine doğrultulan bir demet ot ile eşdeğer yeşil, gözler de... biraz şaşkın... kendi gerçeğe dönmüş ama hayalleri hala düşlerinin salıncağında dönmekte... Açık kumral bir genç kız bu seferde giriyor görüntüye... Defne... Asi’nin ablası... birşeyler toplamış... rezene sanıyor... ama değil... yenmez bunlar... Çiftik binalarının kapısına karşısına kurulmuş bu salıncakta Asi oturur, Defne ayakta durur sohbet ederken, donduruyorum görüntüyü... İlk seyirlerimde farketmediğim ne çok şeyi farkediyorum... Daha o zamandan gözlerimin önündeymiş, kapı yanındaki taş banklar... açık kepenkler... kemerli muhteşem giriş kapısı, üstteki çatı ve horoz rüzgar göstergesi... Tek bir karede hepsi, beraber. Yüzünde gülücüklerle bir çiftçi geliyor artık bize doğru... “Günaydın bayanlar...”... İhsan Bey... baba.... kızlarını günaydınlıyor yanaktan konan öpücüklerle. Sevecen, müşfik... Defne erkenci bu sabah... normalde çiftlik işleriyle ilgilenmiyor olmalı ki, hayretle karşılanıyor, gün içinde onlarla vakit geçirmek isteyişi... İşte koşarak guruba yaklaşan bir başka karakter... Ökkeş Efendi... çiftliğin emektar kahyası... telaşlı... nefes nefese.. “İhsan Bey... Asi... Sarı Kız doğruyor...”... böylece başlıyor çiftlikte... Kozcuoğlu çiftliğinde olağan bir gün... Diğer tarafta Demir ve Kerim yaklaşmışlar iyice şehre... artık dağ yamaçları geride kalmış, inmişler düzlüğe... yol boyu ekili alanlar dikkat çekiyor. Şehre yaklaştıkça, dosyalar çıkmış ortaya... elindeki rapor ikna etmemiş Demir’i, yeni bir rapor istiyor... yine konuşmalardan anlıyoruz ki Adana ve Mersin de yatırımları olan işletmeciler... Antakya yeni hedefleri. Burada da işleri istediği gibi giderse Orta Doğu’nun ilkleri arasına girecekler... Demir itirazlarda... ilk beşler, ilk üçler yetmiyor ona, birinci olmalılar... bir hedefi var, en iyisini onlar yapmalılar. Çiftlik ahalisinin erkencileri çoktan iş başında, ahırda... ama diğerleriyle tanışıyoruz bir kahvaltı masasında... Anne, Neriman Kozcuoğlu evin uğultusundan şikayet ederek giriyor yemek odasına... Evin en küçük kızı Ceylan ve okulunu henüz bitirip stajına başlamak üzere olan Gonca ise çoktan masa başında. Ökkeş Efendinin hanımı, Fatma Ana’da orada, o hazırlamış kahvaltıyı... her zaman ya ocak başında göreceğiz onu ya kol kanat gererken aile efradına... o herkese ‘ana’. Asi sadece salıncakta sallanıp hayaller kuran bir kız değil belli ki... Veteriner Hekim... her konuda babasının en büyük destekçisi... Sarı Kızı o doğurtuyor, doğum kolay olmuyor... hep zor olmuş zaten... alışık çiftlik ahalisi... ama sonunda doğum gerçekleşiyor, emanet edilip yeni buzağıyı işçilere, Baba-Kız başlıyorlar olağan işlere. Bu senenin mahsulünde sorun var... her nedense nazlı çocuk gibiler... mısırı böcek sarmış... ilaçlama yapılmalı hemen ama aynı zamanda da parasal dardalar. Kredi var ödenecek yolda, eğer ürünü zamanında alamazlarsa.. !!! ... Cemal Ağa ile tanışıyoruz şimdide... Uçsuz bucaksız mısır tarlalarında, yaşlı parmaklar, kolaçan ediyorlar damadın tarlasındaki mısır koçanlarını... ayırıp ayırıp yapraklarını. Duymuş zaten ama gözüyle de görmek istiyor mahsulü böcek sardığını... gevrek gevrek gülüşü... davet eder gibi belayı. Bırakıp giderken tarlada onları... geride bıraktıklarının başları eğik... elleri mısır koçanlarında... gözleri kaygılı... Yavaş yavaş kırsal alandan şehrin varoşlarına doğru yaklaşıyor Demir ve Kerim’in aracı. Arabalar, traktörler, insanlar artıyor görüntüde. Yaklaştıkça şehre Demir sessizleşiyor, keyifsizleşiyor iyice. Kerim’in ilgisi üzerine, işi öne sürüyor Demir, sanki oymuş kafasını kurcalayan ve onu sessizleştirenmişçesine. “Bu proje zor olacak”. Kerim’in arkadaşına güveni tam... “senin elinden bu güne kadar ne kurtuldu ki... Demir Doğan eğer gerekirse, yukarı çıkar, istiyorum der ve istediğini alır...” ... oysa... bu şansı bir kez kullanmış Demir... hayatta kalabilmek için kullanmış... Kadere inanırmısınız? Ben yaş aldıkça daha çok inanmaya başladım... kaderci yaklaşımlara değil asla, ama kadere... yazılmış tesadüflerin olduğuna da... Bu bir dizi olmasaydı... gerçek hayatsaydı... gönülden inanıyorum ki... Asi-Demir’in yolları yine karşılaşırdı... Zamanlar, mekanlar, dünya yaşananları içinde Asi ve Demir ilk kez bu yolda karşılaştı... burası... onların kesişme noktası olacaktı. Onlar bu kesişme için doğdular, bambaşka hayatlarda birbirlerinden habersiz yaşadılar... ama o anda... o noktada... oradaydılar... mevcudiyetlerinin sebebi buydu, olmak zorundaydılar. Adam boyu ekinlerin arasından çıkıp yola aniden fırlayan Asi’yi ezmemek için sertçe direksiyonu kıvırıyor şoför. Savruluyor arabanın arka koltuğunda oturanlar. Kıvrılan yolda aniden önüne çıkan arabayı gören Asi ise durmaya çalışıyor... sandaletli ayaklar mıhlanıyor bastıkları yerde ama saçları, eteği hala ileriye dönük savruluyor bedeninden... Atlattığı tehlikeyle adrenalin bütün bedenine pompalanıyorken... Asi’nin yüzü al al, arabanın ardından. Demir hızlı... başı dönerken geriye, parmaklarda buluyor olmalı camı indiren mekanizmayı... neler oluyor anlamalı... Demir’in onu ilk görüşü... ‘Ne bu?’... ‘Kim bu?’... Defalarca seyrettiğim bu kareler, bambaşka şeyler söylüyorlar bana bu sefer... Cam ardından bakan gözlere takılıyorum... “aman tanrım” diyorum... cam ardındanmış ilk bakışmaları... Durmuyor araba, devam ediyor yola... yok birşey... kayarak kapının içinde kayboluyor cam... dışarı uzanıyor Demir’in başı... izliyor bir müddet Asi’yi. İhsan yetişiyor Asi’nin peşine... “Asi.. dikkat et kızım...” ... kıvrılarak dönen yolda kayboluyor araba gözden... Gözlerinde görüp geçtiğim atlatılmış bir tehlikenin şaşkınlığıydı... ilk görüşleriydi birbirlerini... hiç irdelemedim bu kadar. Sona varmadan anlamadım gerçeği... oysa ağız arıyormuş Asi-Demir’e malolacak hatıraları. Nasıl da orda... üşenmeyip ard arda durdurunca kareleri... olanca açıklığıyla ‘etki’... Ne tehlike, ne adrenalin... ilk etki noktasıymış bu nokta, gözlerinin cam ardından kesiştiği... meğer ilk birliktelikleri... Yürüyerek gezmekten başka ne olabilir böylesine bir şehri en iyi tanımanın... onunda ötesinde ‘hissetmenin’ yolu... Demir ve Kerim’de seçiyorlar bunu. Gözleri çevredeki yaban görüntülerde... geçiyorlar herşeyi yol boyu... taa ki Demir’in dikkatini çekene kadar eski bir fotoğrafçı... Demir bu... hatırlayıpta ailecek çekilen fotoğrafı, sormadan durabilir mi?.. Dalıyor içeri... Eskiden çekilmiş, sonrada alınmamış fotoğraflarından bahsediyor... acaba bulunabilirler mi?.. “Ben her şeyi saklarım.” diyor fotoğrafçı... bence hatta fazlasını... sadece fotoğraflar değil... ahşap zeminin altında yuva kuran bu dükkanın fındık faresi ve işte şu duvardaki eğik resmin altında yaşayan örümcek ailesi de... burada... onunla gibi... senelerden beri. O fotoğrafçı ihmal etmiyor hiç ahşap zeminde biraz peynir kırıntısı ile odada dolaşan bir sinek bırakmayı, dükkanını kaparken geceleri. Demir... Demir’e dönüyorum tekrar... onun için farklı herşey... hevesle anlatıyor resim çekilirken üstünde olan elörgüsü kazağı... lastik çizmelerini... bu adamın zahmetine bel bağlayabilir mi acaba ümitleri... Son bir gayreti hak ediyor o fotoğraflar... dönüyor tam çıkmak üzereyken geri... iş adamlığının ötesinde insancıl tarafı... biliyor ki zahmetin parasal karşılığı kadar etkili olacak minnettarlığı... söylemekden çekinmiyor... “Bulursanız çok sevinirim”... Eldekilerle hummalı bir ilaçlama başlıyor tarlada öbür tarafta... Çiftliğin bir başka elemanı... Ökkeş Efendinin kızı, Sevinç... Ziraat Mühendisi çıkmış... O ve Asi yönlendiriyorlar çalışanları. Bir taş köprü giriyor görüntüye... eski bir köprü, araba yavaşça yol alıyor üzerinde... Demir geriliyor... birşeyler hatırlıyor... ama ne?.. Durduruyor arabayı köprünün tam ortasında... Çıkıyor dışarı... kulakları uğulduyor basınç farkı yemişçesine... bir çocuğun hatıraları çepeçevre... heryerde... hem hiç bilinmeyen ama bir o kadar da tanıdık... sesler... uğultular... nasıl akıldışı!.. Bir çocuk ağlaması aniden Demir’in yüreğinde... yoksa sudan mı yükseldi o ses... ne? Nefes alışları hızlanıyor, yetmiyor o açıklıktaki hava ciğerlerine... Bir ağaç işte... orada... geniş gövdesine iple sıkı sıkı bağlanan çocuklar Demir’in gözleri önünde... kulaklarında “Anneciğim...” .... “Anne... gitme...”... peşpeşe gelen karelerde... hatırlanabilenlerde, buz gibi oluyor yüreğim... Demir’in geçmişinde bir anne, çocuklarıyla Asi’nin sularına bırakırken kendini, ağır çekimde... köprü de gözden düşüyor bende, bu siyah – beyaz görüntülerle. Demir’i daldığı geçmişten, nehir boyundan onlara doğru gelen işçi konvoyu çıkarıyor... türkülerle... el çırpmalarıyla. Kozcuoğullarının işçileri, dönüyorlar ilaçlamadan geriye... Lastiği patlıyor işçileri taşıyan traktörün... bijon anahtarı da çiftlikte kalmış... Ökkeş efendinin oğlu Aslan gidiyor almaya. Bu zorunlu molayı fırsat bilen işçiler, saçılıyorlar nehrin kıyısına... yanlarındaki meyve çıkınları, ev yapımı ekmekler anında açılan yaygılarda. İşçilerden birinin çocuğu, Hüseyin, ayrılıyor guruptan... onun ilgisi nehre. Üstünü çıkarıp giriyor diz boyu suya... uyarılar geliyor... “...orası bataklık, dikkat et”... “fazla uzaklaşma...” ama Hüseyin dinlemiyor, ilerliyor umursamazca ve kapılıyor akıntıya... İlk farkeden Kerim oluyor ... uyarıyor Demir’i ... “...çocuğa bir şeyler oluyor...” ama o kadar uzaklar ki şu an, köprüdeyken çocuğa... onların bir şey yapmalarına vakit kalmadan Asi farkediyor durumu... dalıyor hemen suya... Allahtan çok uzakta değil, yakalaması zor olmuyor Hüseyin’i... kıyıda bekleyen babaya çocuğu uzatabiliyor ama Asi kapılıyor bataklığa ve akıntıya... kıyıdakiler çocukla ilgilenirken sürükleniyor Asi iyice, nehrin ortalarına... Hüseyin’le verdiği mücadelesinden yorgun Asi... akıntı ise güçlü... çekiyor onu içine... Köprüden olan biteni izleyenler durumun farkında ... Demir’in şahin gözler, dikkatle izliyor durumu... sessizce... Kerim dayanamıyor... “Kız boğuluyor”... Asi kendini su yüzüne çıkarmaya çalışıyor olanca gücüyle ama tükenmek üzere.... Demir anlıyor ki kız kendi başına başaramayacak... Gözler nehirde çırpınan kıza odaklanmış halde, sıyırıyor ceketini üzerinden, fırlatıp yanındaki arkdaşının göğsüne, dalıyor nehre... Kızı artık dibe kaymak üzereyken yakalayabiliyor ancak Demir... kararlılıkla kavrıyor belinden... Demir’in kulaçlarının ve sert ayak vuruşlarının izlerini bedenlerinin her darbeyle savrulup yukarı çıkışından takip ediyorum. Asi’nin saçları, boynuna takılı kalmış yemenisi, etekleri savrulup duruyor suda... İşini zorlaştırıyor Demir’in... Ama Demir bir kere yakaladı onu, güvenliğe çıkarana kadar bırakmaz bir daha... En nihayet su yüzüne çıkmayı başarıyorlar... kız kendinde değil... Demir tek koluyla onu sıkı sıkı kavramış, diğeriyle nehir kıyısına kulaç atıyor... Artık o da nefes nefese... ayakları bataklığın dibine değiyor sonunda... Kıyıya vardıklarında, kucaklıyor ve tümseğe taşıyor onu... her ikisininde üstünden sular akarken, yaygının üzerine yatırıyor kızı... su yutmuş olma ihtimaline karşı önce midesindeki suyu boşaltmaya çalışıyor... hala bir hayat emaresi yok... İki parmakla boyundan nabız yokluyor... Ne yaptığını bilen parmaklar sertçe kavrıyor yanaklarından, ağzını açıyor ... diğer el burun deliklerine uzanıyor kapatmak için... suni tenefüse başlıyor... onu kaybedemez... kaybetmemeli... yaşatmalı... “her ikisininde dudaklarında Asi Nehrinin tadı, yol bulup tek ciğerdeki havayı birlikte soluyorlar”(3) ... vazgeçmiyor... o Demir’e geri ‘gel’ene kadar, iki kişilik yaşıyor soluklarında... hazırlıksız ne var ki, iki kişinin bir olduğunu tatmaya bu kızda. Şimdi değil... şu anda değil... böyle değil... neler oluyor ona? Kızın öksürmeye başlamasıyla çekiliyor onun ağzından parmakları... ama hala bir eli kızın boynunda... Birlikte verdikleri mücadeleden Asi habersiz ama bu yaşam savaşında, Demir her ikisi için soluk soluğa... Solukları sertçe yalıyor kızın yüzünü,... beklenmedik yakınlaşmalarıysa ruhunu... Göz gözeler... Demir her zaman suskun suskun olmasına ama bunun dışında... farkediyor ki, soluklarında yaşadı, yaşama tutundurmaya çalıştığı, hala ellerindeki bu sırılsıklam beden... ölümcül mücadelenin ardlarında kalmasıyla bu yakınlığın ruhuna dokunmuşluğunu farkediyor... ve... Demir kaçıyor... Kız güvende... biliyor... diğerleri ilgilenecekler onunla... Asi, önce ciğerlerine, sonra kendine esen bu demir rüzgarın sürekliliğinden, ‘gözlerinin, ellerinin, dudaklarının serüveninin çoktan başladığından, birbirlerine karıştıklarından’(4) habersiz... sayıklar gibi söyleniyor “Kim bu?” Asi’nin sorusu cevapsız kalıyor... Her ikisi de bilmiyor ki bu rüzgar hep esecek... kuvvetlenerek esecek... onlar kaderin cilvesi bu doğalca gelen karışmışlıklarına... bu gerçeğe... bu doğruya... bu soluksuzluklarına... geri dönebilmek için, bölümler boyunca, yıllar boyunca mücadele edecekler... Demir karmakarışık... alışık olmadığı duygusal bu çalkantıda geçmişi fırsat kolluyor ona dönmek için... hatırladıkları... yakınları... bu sularda kurtarmayı başardıkları, başaramadıkları... hepsi gözünün önünde... işte şuracıkta, annesinin suyun dışına sürüklenerek çıkarılan cansız bedeni... teyzesinin kucağına sığınmış kardeşi... O, kıyıda oturan, çenesi titreyen çocuk... O, kim peki?.. Hafife alabilir mi yaşanmışlıklarını... Hemen telefonunu istiyor... kız kardeşiyle konuşmalı... onun sesini kendi kulaklarıyla duymalı... Kardeşiyle tanıştırıyoruz Demir’in... “Melek’im”... Melek tedavi görüyor... öğreneceğiz ki sol kolundaki güç kaybı... çocukluğunda beri var... o melun günden beri var. Tedavi oluyor... ama müzminleşmiş... hep aynı.... Özlemiş kardeşler birbirini... onları duyan da yıllardır görüşmüyorlar sanacak... halbuki daha yeni ayrıldılar. Demir kardeşinin sesini duydu ya... hastalığıyla uğraşıyor olsa bile... kardeşi orada ya... ona ulaşabilir istediği zaman ya... içi rahatlıyor... Duygusallığına şaşıp birazda... bitiriyor konuşmayı... Onlar kapatırlarken telefonlarını, Süheyla giriyor görüntüye... işte o da, teyze... Traktörün tekerleği tamir edilmiş... İşçiler ortalığı toplamış... Asi bir kaya parçasının üzerine oturmuş, kendine gelmeye çalışıyor. Sevinç yanında soruyor “İyi misin...rahatladın mı biraz?” Asi’nin gözü de aklı da sorusunun peşinde hala... kendini kurtaran, köprüdeki yabancıda... Demir otele dönüyor... tepeden tırnağa sırılsıklam... yolda bir yerde, kıyafetleriyle suya girmediyse tekrar, bir çeşme başı falan bulup, üstü başındaki tozu toprağı akıtmış olmalı diye düşünüyorum... çünkü ayakkabıları pırıl pırıl... sular akıyor hala üzerlerinden... hiç iz yok Asi ile nehir kıyısında verdikleri mücadeleden. Asi ise çiftliğe dönüyor... İki büyük kardeş arasında su sızmıyor... Defne, Asi’nin peşinde... “Anlatsana... nasıl biriydi seni kurtaran?”... Asi’nin daha önce buralarda hiç görmediği biri. Defne sorgulamaya devam ediyor... “Yakışıklı mıydı... bari onu söyle?”... O durumdayken adamı incelemek aklıma gelmedi diyor ama yüzündeki gülümseme Defnenin gözünden kaçmıyor... şehre inip gelsin, biryerlere yazdığı bu gülümsemenin hesabını soracak ablası... Asi ise acele ediyor... böyle şeylere ayıracak vakti yok... Babasına yetişmek için koşuşturuyor... bir taraftan ablaya laf yetiştirirken bir taraftan saçlarını topluyor. İhsan Bey, banka müdürüyle görüşmek için şehre iniyor o gün... biraz huzursuz... müdür çok yeni... kılı kırk yarıyor yeni kredi çıkartmak için onlara. Hep birlikte iniyorlar şehre... Ökkeş Efendi ve Aslan, yem için alışverişe giderken, İhsan Bey ve Asi, Savoy Oteline geliyorlar... İhsan Bey, resepsiyonda yeni müdürle kredi işlerini konuşurken, Asi yem alıp gelecek olan Aslan’ı bekliyor otelin iç avlusunda... gözü de bir taraftan pencereden izleyebildiği müdür ile konuşan babasında. Yemleri almış geliyor Aslan... ama bir göz atmayla anlıyor ki Asi, yanlış alınmış hepsi... bir hamlede tırmanıveriyor kamyonetin arkasına... tek tek kontrol ediyor çuvalları. Demir biraz dinlenmiş... üstünü başını değiştirmiş... Kerim ile buluşmak üzere lobiye inmiş... Gözleri öylesine dolaşıyor avluda... O da ne!.. Bu o kız mı? Kaşlar çatılıyor... Ne işi var burada... Ellerini cebinden çıkarıyor... gereksiz bir acelecilikle çıkıyor otelden ama farkediyor bunun manasızlığını, yavaşlıyor sonra... yöneliyor başı çuvallara eğik kıza... Demir’in Asi’ye ilk seslenişi... ilk sözel iletişimleri... birbirlerinin dudaklarında, ruhlarında teklifsizce gezinmişliklerinden saatler sonra bir merhabada geliyor birbirlerini ilk duyuşları... “Merhaba...” Bu muymuş diye düşünüyorum merhabanın sırrı... defalarca irdeleyeceğim onların bu üç heceyi telaffuzunu... hemen gidip bulmalıyım yazdığım versiyonlarını... Farketmeden seyrettiğim... öylesine seyrettiğim bu bölümleri analiz ederken karşılaştığım ilkler ve enler daha bu bölümde Asi’siz geçirdiğim ilk Cuma’da... Onları yazdım... hep yazdım... lakin bu karelerde, ellerimi yüzlerine koymak ve hissetmek istiyorum... ne kadar dizginlemeye çalışırlarsa çalışsınlar, birbirlerinin üzerindeki etkileri henüz gizlenmeye vakit bulamamışken gururlarında, parmaklarıma geçirmek istiyorum onları. Dayanılmaz bir şekilde yapmak istiyorum bunu... Biraz da gülüyorum kendime... Demir’in seneler sonraki bir davranışı geliyor gözüme... Bir gece boyunca dünyasında hüküm sürdüreceği sevdiğini... gün yüzünde bırakamayacak apaçık bir yerde... gömecek yüreğinin derinliklerine... uzak bir gelecekte. Merak ediyorum... benim dokunuşlarımın da öyle mi olacak akibeti... değişecekler mi yazdıklarım, gün yüzüne çıkma vakti geldiğinde?.. Demir’e yöneliyorum önce... çatık kaşlarının poturlandırdığı alt alın bölgesinin çıkıntılarını, Asi’nin dokunuşlarını hayal edeceğim, kaş yarasını... kısa, düz kirpiklerini, kısılmaktan gözlerinin altında oluşmuş, hafif torbacıkları dolanıyorum. Bakışlarının kaynağı gözler benim için önemli... ellerimde de sertler... sıcacık bir doku ama neredeyse demir sertliği... soluğunu koyveriyor... burun kanatları geriliyor... biliyorum... biliyorum.... bu işten hiç hoşlanmıyor. Traşlı yüzünü, sol yanağındaki çukuru... dolanıyorum. Yanak çukuru yumuşacık, traşlı alandaysa bir çağrı... nasılda heyecanlı bir beklenti içinde kendine karışacak saçları... Bende bekliyorum... biraz daha tanıyabilir miyim acaba onu? Önemli bir karar aşaması... keşfe kulaklarından mı devam etmeli... evet... yüzünden geriye doğru seğirtiyor avuçlarım... hassas kulakları... favorileri ve kısacık saçlarının aşağıya doğru hafif eğimi... gıdıklıyor parmaklarımı... Çok da rahatsız etmeden beyzi çenesine doğru gelerek bitiriyorum keşfimi. Normalde dikkatimi çeken bir şey değil ama bu karede çenesinde bir de minik oyuntu... klavyemin üzerinde gezinen parmaklarımın içinde artık bu görüntü... bölümler boyu... Biraz geriye gidip, Demir’in “merhaba’sında ki Asi’ye dönüyorum... ondayım şimdi... Önce durup düşünüyorum... dondurduğum karede ne görüyor, Demir... güzeller güzeli bir peri... bir bakanın bir daha dönüp bakacağı... adeta tadılası... sahip olunası... Elbette Demir’i ilk etkileyen bu olmalı... ama Demir onun güzelliğinde parıldayan... bir çocuğun hayatını kurtarmak için verilen mücadeleyi de görüyor... bunu biliyorum... Demir’in ‘merhaba’sına bakışı şaşkınca Asi’nin... kaşlar hafif çatık onunda... dudaklar açık... Başlıyorum Asi’nin de alnından... pürüssüz bir cilt... kalın asi kaşlar kendi gibi... özgür... dolgun kirpikleri gölgeler düşürmüyor bugün yanağa, alna doğru kalkık... ellerim doğalca kayıyor aşağılara... Demir’in müptelası olacağı dudak yolunda geziniyor parmaklarım... neden gözlerini, ellerini buralardan alamayacağını şimdi çok daha iyi anlıyorum... onca zaman gösterdiği dayanıklılığa şaşıyorum. Demir’in elleri saçlarına doğru kayacak hep doğalca... bende aynını yapıyorum... güneşten ısınmış saçları... sıcacık... yumuşacık, dalga dalga avuçlarımda... ne kadar haklıymış O’da, rüzgarda, bir bilseniz buralarda o kadar oyalanmakta... Göz göze geliyorum onunla... anlıyor... ‘sakın’ diyor bana... ‘sakın yüreğimin çarpıntılarını dinlemeye kalkma’... “... gözleri güneşten mi kamaşmış, kısılmış... yoksa Asi’nin saçlarındaki yansımasından mı, Demir’in”(5) ... hesap soruyor... “Hemen işe koyulmuşsunuz!”... öyle oldu... Ardından geliyor... öğrenecek illaki ya... “İyi misiniz peki”... Aslan Sesleniyor... “Asi... babam bekliyor... gidiyoruz”... Baş hiç kımıldamıyor, inatla Asi’ye doğru... gözler oynuyor sadece... takip ediyor o avludan çıkana kadar olduğu yerde... Çok üzerinde duracağız Demir’in bakışlarının ama bu bakışlar gibisi olmayacak bir daha... Güneşin okşayabildiği yanı gözlerinin kadife kahve... uysal, yumuşacık... kaşlarının gölgelediği yerler ise sert, gece karanlık... aslında boşuna yoruyormuş dudaklarını... asıl gözleri sayıklıyormuş usulcacık... “Asi... adı Asi’ymiş”... Kerim otelden çıkıyor... içeride Demir’i arandığını söylüyor... Bir çiftlik bakmaya gidecekler, adamlar çiftlikte bekliyor... Daha değil ama Demir’in çiftliği olacak işte burası diyorum, onları bahçede yürür görünce, bu kez. İlk bakışta bakımlı bir havası var çiftliğin, biçilmiş çimlerde serbestçe dolaşan boz ve beyaz kazlar peşpeşe... ağaç gövdeleri ilaçlanmış, çalışan adamlar gözüme çarpıyor bir ara, evle bahçeyi birbirinden ayıran lükstürler muntazam şekillendirilmiş. Yıllanmış palmiyelerin altlarından geçerek çiftlikten çıkmak üzere giriş kapısına doğru ilerliyor bir taraftan da konuşuyorlar satış ile ilgili... Kerim’in bu topraklara ilk gelişi... yabancı her yer ona ama Demir ilk çocukluk dönemini buralarda geçirmiş olmasına rağmen o da hatırlamıyor gezdikleri yeri... Onun aradığı büyük mandırası olan, bulursa cehenneme çevireceği, çocukluğundaki o çiftlik aslında. Yüzüne tesadüf eden güneş ışıklarına rağmen kapkara ifadesi o bunları söylerken daha. Babasının yan çiftilkte misafirleri olduğunu öğrenen Neriman, Defne’yi gönderiyor alel acele, davet etmek için misafirleri soğuk bir şeyler içmeye... Atıyla dörtnala onlara doğru gelen Defne’nin görüntüsünden etkileniyor Kerim.... “Çok güzel...” gerçekten de öyle ama. Cemal Ağa, misafirlerini tanıştırıyor torunuyla... Defne de annesinin davetini aktarıyor onlara. Neriman’ın davetine icabet ediyor misafirler memnuniyetle ve uğruyorlar Kozcuoğlu Çiftliğe, soğuk soğuk kızılcık şerbeti içmeye... Neriman razı değil bir şerbetle geçiştirmeye... yöresel yemeklerini tattırmak için, İstanbul’lu misafirleri, davet ediyor ertesi gün öğle yemeğine. Antakya’da ilk gece... yabancılar şehirde... ama biri meraklı, üstelik ruhu arayışlar içinde... pinekleyebilir mi otelde... doğduğu evini arıyor, atmış kendini şehre. Istanbul’daki tezyesinden telefonla tarif alıyor bir taraftan arşınlarken eski şehrin dar sokaklarını... yol ayırımları... uzun çarşılar... meydanlar... kemerli yollar... ve yolun sonunda... işte... orada evi. O kapıyı çalmadan evvelki görüntülerinde oyalanıyorum biraz. Durmak isteyen ama varmak zorunda olan adımlarına takılıyor biraz gözüm... kapının önünde eli belinde duvarlardan cesaret arayışına biraz da... biliyor ki buraya kadar geldi, içeriye de girmek zorunda... Elini yumruk yapıp ahşap kapıyı çalarken O, düşünüyorum... İterek teklifsizce girdiği ve çoğunda annesini içeride bulduğu bir kapıyı çalmak... nasıl bir duygu. Bu kadar çabuk toparlanıp yapabilmek bunu... Belki Demir gibi senelerin birikmişi omuzlarımızda, bizde tıpkı onun gibi yutkunup güç alır, ama sanıyorum beklerdik biraz daha. Demir’in özelliklerinden biri daha işte karşımızda... ‘peygamber sabrı’na karşın...bir karar verdimi... oyalanmaz... işe koyulur anında. Açılıyor eski ahşap kanat, bir adam çıkıyor dışarı. Tanımıyor elbet kapısındaki bu yabancıyı... gözlerinde soru işaretleri “Buyrun!”... Şimdi, Demir’i bu kadar yakın tanıdıktan sonra daha da şaşıyorum aslında onun bu adama söyleyebildiklerine “Ben bu evde doğdum... bu evde yaşadım”... e.minim ki arkadaşı Kerim’e bile söylemedi otelden çıkarken, doğduğu evi arayacağını. Bu adama söyleyiveriyor ... söylemek, içeri girmek zorunda. Ev sahibi belli ki misafirperver biri... daha ikiletmeden kapıdaki tanrı misafirini, davet ediyor içeri... Demir tereddütlü yine de “Rahatsız etmeyeyim akşam, akşam? ” “Akşamı, sabahı mı olur!” diyor ev sahibi... demli bir keyfe buyur ediyor geleni... “... taze çayımız da var”... Demir’in gözlerine kadar varıyor bu davete gülümsemesi... taze çaya hayır der mi... demez... üstelik kaynak suyuyla yapılmış, tavşan kanı demlenmişini, çok sever. Çekingen adımlarla avluya adım atıyor Demir. Buyur ediliyor ortadaki masaya. Gözleri evin duvarlarında, pencerelerinde... ama devrik ve ürkek bakışlarla. Doya doya bakabilmesi mümkün mü yabancılar arasında... Aslında nasılda yapayalnız olabilmeyi ve her bir santiminde göz göz gezmeyi, her bir hatırada, parmaklarıyla dolaşabilmeyi isterdi sakıncasızca. Bakışlarına düşebilen görüntülerde, neler çarpıyor gözüne acaba... saksılarda yetiştirilmiş çiçekler dizi dizi avluda, içinde ışık yanan odalardan sızıyor mu kendi yaşanmışlıkları o ana. Tanıdık fidan da büyümüş yerinde elbet, ağaç olmuş ama her şey o zamankinden çok daha küçük Demir için şu anda. Altı yaşında bir çocuğun dünyası ve boyutlarında koparıldığı evi ile, yetişkin olarak girdiği şu anki mekan arasında dağlar kadar fark var aslında... bütün aşinalığa rağmen evi ne kadar küçük görünüyor gözüne... her nasılsa. Demli çaylar eşliğindeki sohbette, duyuyoruz yine eskinin izlerini aradan aradan... annesi – babası da öldü çoktan... kara toprağa sual olmaz... ama geçmiş zamana sorulacak sorular var bu genç adamdan... Bir ricası daha oluyor Demir’in, odaları da gezmek istiyor yine çekinerek, ev sahiplerinden... Aslında gezdirmeye alışıklar, mülk satılıkta zaten. Demir tereddütsüz başlayacağı yerden... duvarları ahşap kaplı o odaya adım atarken geçmişte buluveriyor kendini birden... Anneciği oracıkta işte... dizlerinin üzerinde... aradan yıllar geçmesine rağmen. Gömleğini giydirmek için t-shirtünü sıyırıyor üstünden... sesindeki acı titreşime rağmen, anne ihtimamıyla nasılda seven... Böyle bir ihtimam ancak seneler sonra gelecek Demir’e bir başka sevenden. Demir’deki yaşanmışlıklar, seveninin iyileştireceği yaralar, hiç kuşku yok ki bizim farkedebildiğimizden çok daha derinlerde... Daha yol boyu ne detaylara dokunacak bu masal... içim titremekte. O odada sadece hatıralar... sesler... değil... geçmişin renkleri de ilgi beklemekte. Bilmez ki, annesinin çizdiği boyalı kuşlarda yuva bulmuş rüzgarım yolunu gözlemekte. Demir, pencere dibinde anlatırken kuşların hikayesini bize, daha acılarla tanışmamış, çocukluğunu altı yaşında o köprüde bırakmak zorunda kalmamış, Demir’indir duyulan halsiz soluk... ama yeter canlandırmaya geçmişinden saklı kalan rüzgarı... tanıştırır kendiyle... “Bu Demir...” ... O ve rüzgarı... esecekler artık Antakya’da birlikte... Otele geri döndüğünde... hemen daha o gece... talimat veriyor Demir... evi satın alıp, içindekilere bilabedel devretmek üzere. Kozcuoğlu çiftliğinin terası... geniş salıncakta ailenin büyük kızları... onlara kadar ulaşan nehrin sesi... hissedebiliyoruz görmesek de güzelliğini... Gün ile birlikte zaman bile sanki istirahate çekilmiş gibi... Defne dayanamayıp soruyor... “Nehre düştüğünde korktun mu?” Düşmedi, Hüseyin’i kurtarmak için kendi atladı suya aslında... hiç korkmadı... ardından da kapıldı akıntıya. Asıl sonrası... “... beni belimden yakaladığında... o zaman korktuğumu hissettim...” Korku olabililir mi hissettikleri?.. Kendi de diyor ya... “Belki!”... Bilmiyor nedir birlikte yaşadıkları... paylaştıkları... kurtarıcısının dokunuşları... gözlerini açtığında karşılaştığı... evet... bunlar yetebilir kesinlikle korkutmaya bir insanı... “İyi ki o adam yetişmiş” diyor Defne... Asi o adamı bir kere daha gördüğünü söylüyor... Savoy Otelinde... pek konuşamadılar... onu işçi sandı. Önce şaşırsada sonra giydiği kıyafetleri düşününce, hak veriyor adama ablası. O adamın gözleri kendine perçinlenmiş “İyi misiniz peki?” diye sorarken kalbi de hopladı... lakin bu çıkamaz yürekten... Asi’’de saklı... Gonca’nın gelişiyle bölünüyor gece dedikoduları. Ertesi sabah... Savoy Oteli... kahvaltı masasında buluşuyor iş adamları... gün apaydınlık gerçekten... harika bir hava bekliyor dışarıda onları. Hele Demir, pek keyifli... nedenini gecikmeden öğreniyoruz... “Fotoğrafçı aradı... bulmuş”... yıllar sonra annesi... içinin sıkışması... heyecanlanması... “Tuhaf geliyor” diyor Demir... Bense her seyredişimde inanmazlıkla bu sahnedeki performansını izliyorum. İlk seyredişimde de böyleydi, şu an sonuncusunda hala aynı... ne öğreti, ne eğiti, ne de kazanılacak bir beceri... bu tanrının izlerini gördüğüm doğal bir yaratı. Beden görseliyle kesilmeyen sahnede, bütün dikkatimiz yüzünde takip ettiğimiz ifade geçişlerinde... çocuk mu... yetişkin mi... nasılda birlikte bu çağlar, anneye duyulan o özlemde. Her bir mimik tanıdık bana, ama böyle üst üste... söz bırakmıyor söylemeye. Kozcuoğlularında da gün başlamış erkenden... Şehre inmişler hep beraber... Asi’nin yemcide işi var, Aslan’ın tamircide... İhsan ise çektirdiği vesikalık resimleri almak için Bağdadi Fatoğrafçının yolunu tutuyor... Küçük yer... herkes konuşmaya konu arıyor... Telaşe ile bazı fotoğraflar hazırlayan fotoğrafçımız da daha farklı değil... bir taraftan işini yapıp, bir taraftan hazırladığı fotoğraflarla ilgili bildiği kadarını anlatıyor... sahiplerinin fotoğrafları ücret ödenmediği için alamadıklarını.. resimdeki çocuğun, kalıbı yerinde kocccaman adam olduğunu... Adana ve Mersin’de yatırımlar yaptığını... Demeye kalmadan ortaya bir resim daha çıkıyor... teyzenin resmi “Süheyla...”... duruyor zaman bir an için İhsan’ın gözlerinde... resmi alıyor eline... Fotoğrafçı durmuyor devam ediyor ama bir şey duyması mümkün değil artık İhsan’ın... o elindeki siyah-beyaz geçmişte... Demir giriyor içeri... heyecanla soruyor “Bizim fotoğraflar hazır mı?” İhsan’ın farkında bile değil, O, Demir için herhangi biri. Gözleri tezgah üzerindeki resimlere kayıyor... kaşlar çatılıyor yavaşça... adım adım yaklaşıyor... uzanıyor fotoğraflara. Bütün varlığına rağmen, o kadar az ki sahip oldukları... şaşmıyorum şimdi bu soğuk fotoğraflarda sevdiklerini bulmaya çalışmasını.. Annesinin kağıt üzerindeki görüntüsüne uzanan parmakları neredeyse korkakça... geziniyor biraz sağında solunda... beyaz fonda... kaybolacakmış gibi sanki annesine dokunursa... Doğduğu şehre geldiğinden beri ruhundaki karmaşa dinmiyor... artıyor... engel tanımazcasına. Güvenli yaşamındaki çocuk Demir ile yaralı erişkin Demir arasında gidip gelen mimikleri arasında... anne teninin sıcaklığı, saçlarının yumuşaklığı... baş koyduğu göğsün kalp atışları... nasıl bir kucaklaşmadır bu anneyle... parmaklarda... seneler sonrası. İhsan arabaya dönünce telaşeleniyor Ökkeş... hastalandı sanıyor onun yüzünü görünce. Ama durum farklı... bir kaç cümle yetiyor Ökkeş’inde yüzünü değiştirmeye... “Süheylanın yeğeni... dönmüş’... Kim bu Süheyla?... Ekranda Demir’i görüyoruz... çıkıyor fotoğrafçıdan. Hala gözleri elindeki fotoğraflarda... bir ara koltuğunun altına alıyor ama dayanamıp tekrar bakıyor onlara... bir müddet daha bakmaya doyamayacak ... doyamaz... doyulur mu anaya? İhsan ile Ökkeş’in konuşmalarında ise geçmişe dönük ip uçları gelmeye devam ediyor bize bu arada... “Baban, Yusuf Ağa çok kötülük etti bunlara...” Asi yemcide işini bitirmiş, alalacağını almış, yem çuvalının üstüne oturmuş bekliyor dışarda. Gözler bir aşağı bir yukarı yolda... Aslan’ın tamirciden alıp geleceği arabada. Ama köşeden bir başka tanıdık araba çıkıyor... Istanbul plaka. Başını çeviriyor hemen, bakıyor olmak istemiyor onlara. Arabada da daha farklı değil durum, daha köşeyi döner dönmez, Demir farkında Asi’nin aslında ... ama açık etmiyor hiç Kerim dikkatini çekene kadar o kıza... “Demir... şu kız... kurtardığın kız değil mi?”... Sanki şimdi farketmiş gibi cevaplıyor... “O galiba!”... almayı öneriyor Kerim... Kozcuoğlu çiftliğine gidiyor muhtemel... ama birisini bekliyor gibi geliyor Demir’e... Kerim üsteliyor... kızı kurtardı tek kelime bile söylemedi, incelik gösterip, teşekkür etmesine izin vermeli Demir. Bu bahane hoşuna gidiyor Demir’in... Nasılda temel bir zorunluluk gibi, onunla birlikte olmak istiyor aslında. Üstelik tam kendisine teşekkür edecekken bir evvelki gün, kesilmişti konuşmaları, vesile olur bu araba yolculuğu da “Ben..” ile başlayanlara. Geri geri görüntüye giriyor araçları... Asi’nin önünde duruyor araba. Asi’nin gözler camda... arabayı kullanan kurtarıcısında. Cam yine kayarcasına alçalıyor Demir’in yanında... güneş yok bu sefer yüzünde... bakışları o nedenle mi kapkara. Gözleri birbirinde ama hiç ses yok... ‘Merhaba’ der mi hiç arkadaşının yanında. Çatık yine kaşlar, poturlu yine alın... kavgalı aslında kendi duygularıyla o anda... bu kız etrafında olduğunda vücudunun sorunu var algılarıyla... istemez bakmayı ama gözlerini zaptedemez, kaçarlar kızdan yana... Demir’in bakışları yavaşça yola geri kayınca, biraz rahatlıyor Asi... konuşmaya başlıyor kurtarıcısının yanındaki adamla... Kozcuoğlu Çiftliğine gidiyorlarmış... söylemelerine gerek yok, öğle yemeğine misafir olacaklar annesine, biliyor aslında... bırakabilirler istiyorsa kızı da... Teşekkür ediyor ama gerek yok, gelip alacaklar onu da. Demir daha fazla dayanamayarak dönüyor bir kez daha kıza... “Güneş gibisin... ama... gözlerim kamaşmadan bakabilirim ben sana... Ya sen... göze alabilir misin seni arabama almama...?” Bakışlarının performansı daha ilk günden dorukta... hiç güçlük çekmemiş bize ne anlatmak istiyorsa. Asi’den çok kendiyle uğraşıyor gibi yine aslında.... bu itişler çekiyor ilgiyi daha fazla... Demir’in gözlerinde gördüğüm bir başka ilkmiş... sessizliğine itaatsiz bakışlarıyla, böyle başlamış Demir’in ‘gel’leri ona... Birde soruyoruz kendimize... “Neden bu diziye bağlandık?” diye... bakın şunlara... her bir arada oldukları sahne bir olay... her bakışları... bir destan yazdırır insana. Peki, Asi’nin duyguları ne bu arada?.. Hangi güç onu bindirebilirdi bu yabancının arabasına? Delice bir merak... üstüne üstüne gidiş anlaşılmayana... Neler oluyor çözmeli... geri adım atamaz asla. Soruları var... biliyorum kafasında... cevaplara kapı aralamaya çalışıyor bildiği tek yolla... korkmadan bakmaya, yüzleşmeye çalışıyor... cevap arıyor onlara... O’nda ki de bir kendini sınama... onda da ki de bir meydan okuma... Asi’yi de, yem çuvalını da alıyorlar arabaya, İstanbullu yatırımcılar sonunda. Kızın gelmesi garanti ya artık, Demir hiç çevirmiyor başını bir daha. Asi’nın ilk dikkatini çeken şey yanında gördüğü resimler oluyor daha biner binmez arabaya. O bindiği andan itibarense Demir’in bakışlar pür dikkat arkada. Onun bakışlarını üzerinde hissettiğindeyse, Asi’nin bakışları da yön değiştiriyor, buluşuyorlar dikiz aynasında. Kaçırıyorlar hemen bakışlarını ardından... aynı anda... Kerim konuşkan, senli benli, Demir’in aksine... havadan sudan laflıyor Asi’yle... tanıdı mı onları... bu yem çuvalları... erkek işleri. Araba yön değiştirdikçe, güneşin açısı değişiyor, vuruyor Asi’nin üzerine. Saçları iki yanında özgürce... dalga dalga... sallanıyor omuzlarından aşağı, arabanın engebeli toprak yoldaki hareketleriyle... Konuşmaya hiç katılmayacakmış gibi Demir .. derken merak ettiği bir soru geliyor... “Orada mı çalışıyorsunuz... Kozcuoğlu Çiftikte?”... Yanılıyor tahmininde... ama Asi’nin niyeti yok onu düzeltmeye... Kerimle arazinin büyüklüğü... işçilerin çokluğu... bir evvelki gün yaptıkları ilaçlama üzerine sürerken sohbetleri... bir soru daha geliyor Demir’den... “Asi’ymiş adınız... Nehirden mi geliyor?”... Hayır, babaannesinin adından... Asiye’den. Onun adıyla ilgilenmesi hoşuna gidiyor Asi’nin. Dikkati onun üzerinde yeniden. Demir’in yüzünde engelleyemediği bir gülümseme... -Ama her Asiye’yi Asi diye kısaltmıyorlar. -Bana yakıştırıyorlar galiba... Demir’in bunu duymaya ihtiyacı yok aslında, kızın asi bakışları yetiyor onun tabiatını anlatmaya. Antakya’nın tersine nehri gibi asi oda... adaşı... Asi Nehri bir evvelki gün boğuyordu onu ama... Asi laf söyletir mi şehrinin taşına, toprağına... hele adaşı suyuna... “Bence size öyle gelmiş... ben iyi yüzerim... sadece akıntıya kapıldım... Asi kimsenin canını almaz”. Demir’in yaşantısı Asi’nin bu inancını nasılda karalarcasına ...”Ya almışsa... çareyi kendini suya atmakta bulmuşsa birisi?”... Asi için bu “çere değil ki... çaresizlik...” Demir açtı bu konuyu ama çok oluyor artık bu işçi kız... dokunuyor hiç elleşmemesi gereken bir konuya pervasızca... Delleniyor gözleri Demir’in bir anda... çareyi... çaresizliği.... ne bilir bu kız... nasıl ukalaca konuşabilir onunla? “İneceğinizi yere daha ne kadar var?”... Katlanamaz ana bir dakika bile daha fazla... Fırsat biliyor kızın ”Geldik sayılır... hatta şurdan sürüler girer” demesini... durduruveriyor arabayı... Kerim şaşkın... “Niye durduk Demir?”... “Küçükhanım ile yolculuğumuz buraya kadar”... Bir ilk daha işte seyredilipte böylesine farkına varılmayan... ‘yol üstünde unutulan...’ Demir’in vazgeçişi bu asi kızdan. Asi, Kerim’in ona yardım etmesine müsade etmeden iniyor ve alıyor yem çuvalını arabanın bagajından... umursamazcasına bir ıslık duyuyor olacağız bu arada Demir’in dudaklarından... Asi arabadan iner inmez kesiliyor ıslık... Demir hırçın... Kerim şaşkın... “Demir niye böyle yaptın... zınk diye durdun, yolun ortasında bıraktın kızı?.. Geride bıraktığına bakmamak için mücadele verirken, Kerim’e laf yetiştiriyor bir taraftan Demir. “Yol ortası değil... yol ayrımı.” Üstelik kızın özel şoförü değil o... hem... suyun can alabileceğine inanmayan bir kız... ha evine bırakmışsın... ha yol ortasına... Kendi de kabul ediyor böylece... Asi’yi yol ortasında bıraktığını... ama gözler son kez gerideki toz bulutunun ardından ağaca doğru yem çuvalını sürüyen kızda... birde teşekkür bekliyordu kızdan... ne güzel teşekkür etti ama. Onu daha yakından tanımak istiyor oluşuna rağmen, kabaca indirdi... uzaklaştırdı kendinden ... bu ceza kıza mı ... yoksa kendine mi bilmeden... Misafirler heyecanla bekleniyorlar Çiftikte... ama mutfak hazırlıkları sürerken son sürat geride... Asi giriyor görüntüye... tezgaha oturmuş... hala Demir’e inanılmaz bir öfke... “Zınk diye durdu... buraya kadar küçükhanım dedi... buz gibiydi... kovmaktan beter etti.” Defne yarım yamalak dinliyorken kardeşini... hazırladıkları tepsiler hiç güvenlikte değil, farkediyor ki... birisinin kafasından aşağı geçirmek üzere Asi, tepsilerden şuradakini... sonunda açığa çıkıyor ki, Asi’yi kurtaran adam Kerim’in yanındaki. Yemek hazır... İhsan da gelmiş vakitlice misafirlerle birlikte olmaya ama çiftik işleri ne zaman elverir ki?.. Üstelik kötü haberle geliyor Aslan... Yapılan ilaç işe yaramamış... ekinden böceği kurtaramamış... Hasat tehlikede... İhsan toprağında anında ama elden ne gelir el attığı her ekin ziyandaysa... çökertir toprak insanı... İhsan’ı da... Her zamanki gibi Asi yine babasının yanı başında ama İhsan dayanamaz bu kayıbı Asi’yle yaşamaya... uzaklaştırır kızını da kendinden... adamlarını da. İhsan Bey yetişemesede öğlen yemeğine ağırlanıyor çiftliğin misafirleri yöre tadlarıyla... Kerim hayatından memnun, Defne ile yanyana... Demir ise zaten konuşkan değil, üstelik hiç tanımadığı yabancıların arasında... Yemek sonrası şöyle bir göz atıyor arkadaşıyla sohbet ettiği evin kızına... keyifleri yerinde onların... O daha fazla kalamaz yemek yedikleri terasta... bir şikayeti yok yalnızlıktan... iyi böyle ama öylesine göz atmak için etrafa, iniyor avluya... Kerim’le şakalaşarak parkettikleri arabalarının yanında bekliyor onu bu topraklarda bıraktığı çocukluğu bir kez daha... Demir’e dargın bir seste...bir gıcırtıda... geri geliveriyor... anne sesi... mandra kapısının tutamacındaki sallanışta... bir kuyu ağzında... hatıralarla. Ana, ağasının ayaklarının dibinde ama elden ne gelir el uzattağı ağa karanlıktaysa... çökertir ağa insanı... Ana’yıda. Bir başına... kadın başına... ne yazıldıysa bu topraklarda başıyla beraber, nasıl kafa tutabilir bahta... Hırsızlık suçlaması, iki çocuk, yetmez gibi ergen bile olmamış bir de kız kardeş yanında... ne yer, ne içerler... nereye giderler... onun için yolun sonunun geldiği bir yerdeler... Kapıyı salıncak yapmış oynayan çocuk hazırlıksız yakalanır, annesinin kapıyı açışıyla... yere düşer. Bir iç çekişle ana evlada çöker... toprak kirletmez ama olsun... tozu toprağı oğlunun avuçlarından kendi silker... kendi temizler... oğlunun eli avuçlarında sıkı sıkı... geçmişe çeker. Bu yaşanmışlıklar nasıl unutulur... ne o toprak tam temizlenir o elden... ne o el tam bırakılabilir... gezer yürekle... o çocukla birlikte gezer... Çocukken avuçlarını yettiremediği o kullanılmaktan cilalanmış kapı tutamaçı parmaklarının kıyısında kalıyor Demir’in şimdi... itiyor... giriyor içeri. Bulmayı umduğu belki başka hatıralar... başka sesler. Ne var ki zaman durmamış o yaşamışlıklarda... akmış... yeşermiş bambaşka canlarla. Böylesi savunmasız bir anda, kendi savunmasızlığında demir yüreğe dokunuvermeyi başarmış o kıza rastlıyor... o asi kıza... bir kez daha... Yol ayrımında bırakmayı seçtiği o kız işte karşısında... onun gelişinden habersiz ilgileniyor minik bir buzağıyla... Asi annesinin yanındaki yeni doğmuş buzağı ile ilgilenirken, hissediyor her nasılsa onu... dönüyor geri. Biraz evvel Defne’ye, esip gürleyen... tepsileri baştan aşağı geçiren kız yok... Gözleri tarlalarda boy atan yeşil başaklar misal, salınıyor Demir’le... o rüzgarmışçasına... küçük adımlarda ilerliyor ona doğru aynı zamanda. Korku mu bu?.. Hayır değil... ama bu yürek çarpıntısı da neyin nesi... artık çok olumuyor mu? Ne değişti diye soruyorum kendime, birbirlerine alabildiğine kızgın oldukları son görüşmelerinden beri... ne değişmiş olabilir ki? Pılısını pırtısını toplayıp gitmiş öfkeleri... iç sesleri onları bu hale getirmiş olabilir mi?.. Yoksa ... yoksa Demir... “Sana bu gün kaba davrandım... ama elimde değildi!..” diye özür mü diledi? Bu sütliman görüntü de neyin nesi? Bir parça bizim gibi Demir’de... çaresizliğimizin bir başka türlüsü gözlerinde... orada öylece durmuş hayal kuruyor... ‘gel’mesine müsade ediyor bu kızın kendine... anlamlandırabilmiş gibi bakmıyor gözleri ama gidiyor üstüne üstüne... çekmiyor gözlerini... ne varsa kabul ediyor aksine. Taa ki arkadan bir ses onu getirene kadar kendine... “Hoşgeldin.” Bir kaş çatışda... aralanan dudaklardan geçmişe nefes çalınışta... dönüyor gerçeğe Demir. Gözlerinin önündeki körüklü İngiliz çizmesinde geliyor geçmişi geri... bulduğundan e.min artık, cehenmeme çevireceği yeri. |
1. Bölüm
Kapsamlı Fragman