Azgın fırtına durulmuş... beklediğimiz kuytulara gelip sokulmuş... kuşlarsa çığlık çığlığa. Parmaklar temas yorgunu, artık boyunları bulmuş... Minik esintilerde hala ürpertiyor fırtınası Demir’in... hatırlatıyor kendini... “gitme” diyor... “biraz daha kal”, fırtına tutkunu sevdiğine. Neden bahane arıyor ki... o da gitmek istemiyor. Göndermiyor Demir... bırakmıyor Asi’yi... titremeleri hala sürüp gidiyorken içlerinde bir yerlerde, uzatmak istiyor birlikteliklerini...
Yerel bir rehber... peşinde turister... seslerle kendilerine geliyorlar... ister istemez birbirlerinden uzaklaşıyorlar... Demir fırsat bilerek bu karmaşayı elinden kavrıyor Asi’yi... yenilemenin de tam zamanı tarih bilgilerini.. Asi’yi keşfeder gibi keşfettiği... kemer kemer, taş taş tanıdığı bu dar sokaklarda... eller sıkı sıkı kenetli, takip ediyorlar rehberi... “Antakya sokaklarının her biri bizi ayrı bir hikayeye götürür”... diyor rehber... Nasıl kayıbım bir tanesinde!.. Bu hikaye... bu gözlerinde sürüklenip geldiğim masalları ne yazık ki yetmez oldu artık bana... Lirik bir destan çıksın istiyorum onlardan... bu toprakdan... bu sudan... Aşk dendiğinde hatırlansın dörtbir yandan... Yaşanan zorluklara ve zamana aşkla karşı koyan... bütün umutsuz aşıklara umut olan... fener tutan. Destanları dolaşsın ağızdan ağıza... üçbin yıl yaşamış bu şehir, bir üç bin yıl daha başka Asi-Demir’ler yine, elele yürüsünler ve ansınlar bugünü... duyduk desinler hikayenizi... şu an herşey kapkaranlık görünüyor bizim içinde... ama asla vazgeçmeyeceğiz... direneceğiz... mutluluğu bulacağız, sizin gibi... çocuklarımızla kocayacağız birlikte... Antakya sokakları dar Ama Antakya sokakları iki kişilik Öte gitme sakın, bana yanaş Ellin elimde, sen kuytumda Aynı yolda bana kaynaş Bakıyorum, gurubun arkasından sakince yürüyen sevgililere... Asi sıkıca tutunmuş Demir’in eline... sarmaş dolaşlıktan uzak ama ne kadar hassaslar aslında birbirlerine... tekrar dokunabiliyor olmanın heyecanını bastırmaya çalışıyorlar birlikte... ruhlarında esen çoşkunun hiç izi yok yüzlerinde... dışarıdan gören biri sanır ki onlar sakin bir gezintide. Ama her aşık gibi yalnızlığı arıyor Demir sevdiğiyle... çekiyor Asi’yi bildik bir köşeye muzipçe. Beş senenin birikimi beş dakikada bitecek gibi değil elbet... ama ilk özlemler dillerde... Bir rüyasını anlatıyor Demir Asi’ye... Yüzünde rahatlamış bir ifade, hatta mutlu bir tebessüm ile... Yalnızlar... Asi karşısında özgürce... sırtlayabilir dünyayı bile. Kavga ediyor onunla rüyasında Demir... saçlarını kesmiş sevdiği diye ... “Nasıl kıydın o saçlara” hesap soruyor... ama karışamaz artık ona... Asi rüyada da aynı huyda... gözlerinden ateşler fışkırmakta... O ateşi bir Demir bilir... çünkü bir Demir karşısındayken o ateş orada. Başı da gözleri de kayıyor yere... kaşları hafiften hareketleniyor ve dönüyor eski yerlerine... mahçupça mı ne?... “Böyle işte...“ derken O, rüyasının devamını anlatmadığı hissine kapılıyorum bu sebeple... “Nasıl özlemişsem” mi diyor Demir?.. Ben her seferinde “Nasıl susamışsam”ı duyuyorum... Su çocuğunun çöldeki yalnızlığında suya özlemini duyuyorum sözlerinde... gözlerinde... Gözleri kurak kalmış sevdiği olmadan, ıslansın biraz daha Asi’nin gözlerinde... uzansın elleri saçlarına, çorak kalmış nicedir elleride... ya bedeni, onun susamışlığına ne demeli... unutmuş neredeyse suyun kaçıncı hali olduğunu senelerden beri... bu su toprağına akmayı, onu sarıp sarmalamayı çok özledi. Nasıl dayanabiliyor diye düşünüyorum, Demir’in özlemini paylaşırken ve sessizce dinlerken onu Asi... susuzluğunu paylaşıyorken, gözlerinden sulanan gözlerde, saçlarında dolaşan parmaklarda yüreği... bu özlemi döken dudaklarında ara ara gözleri... Ama dayanamadığı belli... o sakin duruşunun ardında bir rüya alemi... çekiliyor Demir’den, Asi’nin korkuları dolu dizgin geliyor geri... hem gözlerinden hem sözlerinden içeri... “Demir... o kadar çok beklettin ki!”... “Artık kendimi bırakmayacağım”... “Lütfen... benden uzak dur!”Kendi uzak duramayacağının farkında, Demirden yardım talebi... Buna nasıl razı gelebilir ki Demir. “Bırak.. şu anı yaşayalım, Asi”... Yaşayacakları öylesine gözlerindeki!... Asi açıkça itiraf ediyor bir daha yaşamaya dayanamaz aynı şeyleri... “Seni bir daha asla üzmek istemiyorum” derken Demir, birden aklına geliyor ki hastalığıyla ilgili belirsizlikleri bekliyor kendisini... bu sözü nasıl verebilir ki... sevdiğinden parmakları, gözlerinden gözleri çekiliyor Demir’in bu defa, devam ediyor sözleri...“Sadece mutlu olmanı istiyorum”... Zamanı durduramadığı gibi Asi’yi de durduramıyor Demir. Asi ve Demir’in yokluğunda konaktaki yemek yarışması son sürat devam ediyor... Annesinin, Kerimin aleyhine hareket ettiğine inanan Defne bir kalem darbesiyle Zaferi yenik duruma düşürüyor... Zaten kirli işlerini açığa çıkarmak için düzenlenen ‘suçüstü’ hareketinin içinde olduğuna inandığı Kerim’i, Defne’nin de kayırdığını gören Zafer sinirle ayrılıyor konaktan... Demir’in konaktan ayrılışı ise başka bir alem... Sanki o fırtına hiç yaşanmamış... o yakınlık hiç doğmamış... Asi, Defne ile konuşurken, yanlarından geçip gidiyor Demir, Kerim’e veda edip öylece... Tedirginliklerini hissediyorum... eğer birbirlerini görmezden gelmezlerse, atlayıp birbirlerini kollarına sıkı sıkı sarılacaklarmış gibi geliyor bana... o yüzden yaklaşamıyorlar birbirlerine... ne de olsa arada beş koca sene... rahat değiller henüz birbirlerine... Demir’in taş avludaki yakınlaşmasında bile bir sınır vardı Asi’ye... o sınırı aşmaları zaman alacak... önce alışmalılar olan bitene. Demir’in yakınları gecikmeden teste girmeliler... Kanbağı olan Süheyla ve Haydar ilk sırada... İstanbula gitmek üzere hazırlıklar yapılıyor... Sonunda çiftlikte hep birlikteyken, Haydar’a da açıklanıyor durum... Konuşmaları büyük ihtimal herkesin etrafında toplandığı masada başlamış olmalı ama Haydar ruhunu acıtan bu habere daha fazla orada katlanamamış belli ki... uzaklaşarak çömelmiş bir ağaç dibine... içine kapanışını ve üzüntüsünü yaşayışını , bu kırsal alan davranışıyla nasıl da aksettiriyor baba, o ağaç altındaki duruşuyla... yaşanan talihsiz olaylarda kendi payını mı düşünüyor acaba?.. Kendi suçları nedeniyle beddua alan ailesini... kaybettiği karısını, kızını... kaybetmeye yaklaştığı oğlunu.. yine geri getirilemeyen zaman... yine geri dönülemez olmuşluklar... yine babalarından devraldıklarıyla çocuklar. Demir’in yanakları babasının elleri arasında, o hala minik bir oğlan çocuğu karşısında. Ama Demir’in dudaklarından dökülen kelimeleri kararlı bir erkek... kararlı bir baba söylüyor “Bu meret geldiği gibi gidecek... Sonuna kadar kızımın ve Asi’nin yanında olmak istiyorum... onları bırakıp gitmeye hiç niyetim yok”... Asi, organik ürünlerini kasalama işini üstlenen ama araya başka işler alarak onların işini tehlikeye atan Aslan yerine başka bir imalatçı arama telaşesi içinde. Yolda çiftikten dönen Demir rastlıyor ona... Durduruyor arabayı... Gözgöze geliyorlar o uzaklıktan. Bir yol açıldı bu sabah onların gönüllerine giden... her olmuşluk kötü değil onların hayatında allahtan. Sabah yaşananlar engellenemez bir sel gibiydi, pişmanlıkları, acıları, yalnızlıkları, özlemleri ve aşkı katıp önüne getiren ... şu anki karşılaşmaları ise durağan. Her ne kadar günlük yaşam içinde gerekenler yapılsada, o fırtınayı düşünmedikleri bir tek an yok boş geçen... “Ne arıyorsun burda” diye bir şaşkınlık ifadesi ardından “tam seni düşünüyordum... keşke peşini bırakmasaydım” diye bir itiraf Demir’den. Asi’de sakınmadan söylüyor “Kaçtıktan sonra pişman oldum!... ne yapmalıyım bilmiyorum?.. sende bilmiyorsun! Ama olmaz Demir... bir kere denedik... başaramadık.” izleri apaçık düşünmüşlüklerin. Çarpıyorlar birbirlerini gördükleri yerde... çıkan kıvılcımlar gözlerinde... korku ve bu teslim oluşa yaklaşmanın verdiği direniş gözlerinde. Ziya’nın gelişiyle kesiliyor bu sefer de konuşmaları. Ziya konuşurken hararetli hararetli Asi’yle , Demir’in gözleri hüzünle Asi’de... söylediklerinde. Denediler, başaramadılar... ama birbirleri olmadan da yaşayamıyorlar... bütün iş bunu Asi’ye gösterebilmekte. Bırakıp onları gündelik işlerinde, ayrılıyor Demir... Gece... ASIA’nın güvertesindeki çilingir sofrasında bir misafiri var Demir’in. Domates, biber, peynir ‘e eşlik ediyor zeytinler, yayılmış bir gazetenin üzerinde... eskiden içmezdi bu kadar diye düşünüyorum Demir... böyle mi dayanabiliyordu beş sene boyunca gecelerine? Gerçi şartlara rağmen neşeliler bu akşam... Demir’in itirazı var Kerim’e “kendine pay çıkarma” diyor... sor bakalım nedenini... Asi, elbette. Önündeki rakı’nın buğusunda mı arıyor sevdiğinin gözlerini... onunlayken nasılda hep en iyi günü... üstelik tanıdığı ilk günden beri... - Bir sürü planım var. Asya için, Asi için... üçümüz için öyle hayallerim varki... göreceksin. Sonunda mutlu bir aile olacağız. Birdaha elimdeki mutluluğu kaçırmaya hiç niyetim yok. İnşallah böyle olur tabi... tersini nedense hiç düşünmek bile istemiyorum.” Ertesi gün... sabah erken... Havaalanı... Haydar ve Süheyla’yı İstanbul’a uğurluyor Demir ve İnci... Alanda, aracını personeline bırakmak zorunda kalan Defne, karşılaştığı Demir’den rica ediyor onu şehre bırakmasını... Yoldaki sohbetlerinde İnci’ye de dokunduruyor Defne, Asya’nın yeni arkadaşı, Demir’e de. Demir’i onu arabasına aldığına pişman mı etti ne? ... Ardından da Kerim’i soruyor... çiftlikte olduğun öğrenince fikir değiştirip, o da çiftliğe gitmek istiyor. Konuşmalı Kerim’le. Çiftilk yolu... tarlada konuşmakta olan Asi ve Ziya farkediyor ilk olarak Demir’in arabasını. Asi’nin gözleri takip ediyor arabayı... elindeki otu ağzına götürürken duralıyor bir ara... kendini dinliyor sakince... soruyor “neler oluyor bana?”... Etrafındaki pisi otları rüzgarla salınıyor ama ben masumum, hiç bir fısıltı taşımıyorlar şu anda... katkım yok bu sorgulamada... Onları farkeden Demir, korna ile selamlıyor ve karşılık alıyor Ziya’dan bir el hareketiyle. Yavaşlıyor araba... Defne’nin acelesi var ama umurunda değil Demir’in hiç bir şey... bu zorlamalar o kadar karşı konulmaz ve o kadar doğal ki... durmak zorunda. Arabanın duruşuyla birlikte Asi’nin kalp atışları hızlanıyor iyice... Demir birde meram anlatmak zorunda Defne’ye... “... merhaba demeden geçip gitmek olmaz şimdi” diye... Arabayı bırakıp Defneye, kendisi iniyor ve yürüyor Asi’ye... Metelik vermez duruşlarına rağmen her ikisininde, çarpıntılar iflahlarını kesmekte... Resmen panikliyor Asi... ne demeye heyecanlanıyor ki böyle, Demir’in arabadan inip kendilerine doğru yürüdüğünü görünce... “Demir geliyor”... Defne, Demir’in arabasıyla uzaklaşırken, Ziya da dönüyor işlerine. Demir, Asi’nin yanına geldiğinde, ikiside kontrollü olabildiğince... Demir itiraf ediyor bu sefer de Asi’ye... “Seni görünce dayanamadım... durdum.” Arabasını Defneye verdi, gitsin diye çiftliğe... kendisi ise yürüyecek... çiftliğe olmak zorunda değil, Asi nereye isterse!... Kontrollü mü dedim az önce... hak götüre... hiç bir şey söylemese bile dilleri yada yakınlıklarına rağmen uzak duruşları, ok yaydan çıktı diyor ikisinin gözleri de... başlıyorlar yürümeye birlikte. “... tabiatın uyanışı izliyorum” diyor bir dost forumdan... “Kainatın ulu mimarı tanrı, mucizeler yaratıyor. Kuru bir dalın tomurlandığını, çiçeklendiğini, yapraklandığını ve meyveye durduğunu gördüm. Toprağın yeşerdiğini ve çiçeklendiğini gördüm” (I) . İşte bende... dünyanın bütün güzelliklerinin böyle çiçeklendiği bir yerde olduğumu düşünüyorum bu dizide... bir sonraki sahnelerinde, görüntüye ilk girdiklerinde, dikkatimi çeken şey, her ikisinin de gelinciklere basmamak için gösterdiği özende... nasıl bir çift yaratıldıysa bu dizide, işte bu hassasiyetleri bizi aldı çekti içlerine... sadece birbirlerine değil tabiata duyarlılıklarına da aşık olduk hep birlikte... toprağa dokunmaktan kormayan bir Asi, yağmurda ıslanmaktan kormayan bir Demir var bu sanal alemde... herşeyin ezip geçildiği, insanı insan yapan değerlerin önemsenmediği bir zaman diliminde, gelinciklere basmamak için adımlarını gözleyen bir çift gözlerimizin önünde... Onları sevdiğim, onlara kalbimi açtığım için hiç pişmanlık duymuyorum yüreğimde. Sonrasında Fatma ana onlara çatıp “ bak şu yaramazlara... gelinciklerimizin üstüne yayılıvermişler dese bile... e.minim üstüne oturmadıklarına tek bir gelinciğin bile. Dünyanın bütün güzel çiçekleri oradaymış, Demir söylüyorsa inanırım, doğrudur... ama en çok gelincikleri görüyorum ben, onlar yerde birbirlerine dönük bir kol mesafesinde otururken... Kırmızıyla yazmam için gelincikleri veriyorlar sanki bana ikisi birden... malum, kaybetmiştim bir ara renklerimi ben... tekrar gelinciklerle, papatyalarla, çimenlerle yazabilmek için çok bekledim... nasıl yazmam, nasıl karşı koyabilirim bu rengarenk dünyaya... alıyorum hepsini birden... Gözleri Asi’de öneriyor Demir, çiçeklerden birini saçına takmalı... Dondurduğum karede, incecik sapları üzerinde rüzgarla tersine sarkaçlanan gelincikler gibi zarif Asi’de... görmüyorum ama biliyorum, Asi’nin elleri duyarlı bir dokunuşla yanındaki bir gelinciğin üzerinde “Gelincik çok narindir... koparırsan yaprakları dökülür”... bir uyarı Demir’e... Demir illaki bir çiçek yerleştirecek ama sevdiğine.. içgüdüsel bir yol gösteriş mi var, Asi’nin saçlarını geriye sıvazlayan ellerinde... itiraz gelsede, Demir’in papatyayı tutan parmakları, kararlılıkla yerleştiriyor çiçeği olması gereken yere... sonrasında kızları onları bulana kadar papatya kalıyor iliştirildiği yerde. Asi’nin kafası karışık... paylaşıyor Demir’le... bir önceki gün hata ettiklerini düşünüyor, yakınlaşmakla... öpüşmekle... “Belkide haklısın... düşünmeden hareket ettik...” diyor Demir... -Bu yanlış mı?... -Bu doğru mu? ... ‘Bu gerçek mi?’... asıl bunu sorun kendinize... O gelinciklerin orada olmalarını, sorgulamak kadar manasız çabaları. Doğrusuz, yanlışsız bir gerçek var onlar için... birbirlerine ait oldukları gerçeği var sadece... Demir için de Asi için de kazanım olan bir gerçek... birbirlerini tanıdıkları ilk günden beri yaşıyor oldukları için sevinecekleri bir gerçek... onları tamamlayan, güzelleştiren gerçek... Asi-Demir gerçeği var. Gelincik yaprağı toplayan Asya ve Fatma Ana’ya yakalanıyorlar tam bu sırada... Demir’in ses tonu sıcacık Asya’sını gördüğünde seslenirken... Gel buraya deyip kucaklayıveriyor ve oturtuyor kızını kucağına. Ne yapıyorsunuzlar... saklanıyor muydunuzlar... küstümler arasında , zar zor söyleyebiliyorlar tesadüfen karşılaştıklarını... Asya’nın hesap sormalarından sonra Fatma ananın azarı ardından da ceza tehtidi bekliyor sırada... Ne günlere kaldık diyor, Demir’in gözleri, Fatma ananın sözlerini duyupta onun peşine Asi’yle birlikte kalkmak zorunda kalınca. Yola çıkıyorlar birlikte... önde Asya, Fatma Anasının yanında... arkada Demir, yardım ediyor Asi’nin engebeli araziden düze çıkmasına... Asya pek memnun değil halinden... şikayetlerini sıralıyor tek tek... Hani tekne?.. Hani deniz?... Üstelik onlar önden giderken ya ikisi kaçarsa!.. Demir bir kez daha hayran oluyor kızının duyarlılığına... hiç bir şeyi ıskalamıyor Asya, herşeyin içgüdüsel olarak farkında... Asi’yi kaçırırdı bir an tereddüt etmeden, Demir’e kalsa. Oysa Asi’nin gitmesi lazım, önden yola koyuluyor Asya ve Fatma Ana... peşlerine de Asi, bir ‘hoşçakal’dan sonra... Ama ne mümkün, uzaklaşamıyorlar birbirlerinden ... attıkları her adımda bir daralma hissi yükseliyor boğazlarına göğüs kafeslerinden. İyice alçalmış güneş, ince uzun gölgeler düşürüyor yolda onlarla beraber... Duruyor her ikiside, dönüyorlar birbirine... Demir kabullenmiş, yenik isteklerine, Asi heyecanlı, güleç, anne olmasına rağmen sanki bir yeniyetme... İnanmazlıkla ve ümitle bibirlerine yürüyüp ortada buluşurlarken, birlikte zaman geçirmeye ihtiyaçları, toprak yolda birbirine karışan gölgelerine eşdeğer gölgeler düşürüyor gözlerine her ikisininde... inceden inceden o gölgeler gözlerinde. Şu hallerine bak diyorum bende kendime!... Sadece yer, gök, deniz değil... yedi iklim dört bucak, onlar. “Nereye gidiyorsun” diye soruyor Demir... Asi’ye soru sorma hakkını buluyor artık kendinde... devam ediyor... “... çok acil değilse!”... Ama “Acil.” Demir kararlı... “Ya akşam?”... “Akşama da sarkacak gibi görünüyor”... Asi o adımları atıp kendini yarı yolda karşıladı ya, geri çekilmeyecek Demir. “Nerde olacaksın?.. Yanına geleyim mi?” “Gelme... yalnız olmayacağım” Açıklığı gücendirmiyor Demiri... ama illaki bir yol olmalı... “O zaman sen gel...” sözlerinden çok ellerinde izlemişiz bu ‘gel’ leri... bu davetleri... “İşlerini hallet... akşam teknedeyim... uğrarsın belki... yani istersen... nasıl istersen”... Saçlarından mahcubiyet ile çekip aldığı papatyası hala ellerinde Asi’nin, Demir’in davetini cevapsız bırakıp , giderken. Asi’nin geceye sarkan işinin ne olduğu çok geçmeden anlaşılıyor... Asi, Ziya ve Ökkeş, Aslan’dan habersiz, fabrikasını kullanıyorlar. Organik ürünler için gereken kasaları, işçilerin de yardımıyla kendileri yapmaya soyunuyorlar. Demir teknesinde, heyecanla Asi’yi bekliyor... habersiz onun yaptıklarından. Bu arada Kerim geliyor yanına... kötü de görünüyor aslında... geçiştiriyor Demir’in bu konudaki sorusunu üzerinde durmadan. Paylaşmıyor Zafer ile yaşadığı sıkıntıları Demir’le bu defa... hastalığı yetirince kaygı verici, başka bir sorun eklemek istemiyor Demir’in kaygılarına. Ama Demir’in yüzündeki heyecanlı ifadenin farkında... Dalga geçiyor hafiften arkadaşıyla. Asi’nin gelme ihtimalinden bahsediyor Kerim’e Demir... davet etti ama kesin birşey yok... gelirim demedi... fakat gelmesede bekleyecek Demir.... Beş sene sonra ilk defa bu kadar yakın Asi’ye... İlk defa hayallerinin ötesinde... bir ümidi var gelebilir diye... Gerçi kararsızlıkları da var Demir’in. Asi’ye yakınlaşması doğru mu? Doğrular, yanlışlar... bir kez daha gündeminde. Yine gerçeği soruyorum Demir’e... gerçek ne peki, diye? Şu anda hastasın ve üzmekten korkuyorsun Asi’yi ama sonra duyduğunda daha fazla üzülmeyecek mi? Şu anını seninle paylaşmamış olmak onu ileride daha fazla üzmeyecek mi? Bir geleceğiniz olmayabileceğinden endişeleniyorken, nasıl karşılamasını bekliyorsun bugünü ondan esirgemeni? Hele bu haberi bir başkasından duyma ihtimali ... ? Defne geliyor ansızın Kerim’i görmeye... Onun gelişiyle Demir’de de bir hareketlenme... gözler tanıdık bir süliette... Bir ileri bir gerileri teknede, bir ileri bir gerileri gözlerinde... ‘ümit’ etmek ama ya ‘gelmezse’lerle boğuşmak aynı zamanda... birlikteyken hissediği ‘kesinlik’ hissine rağmen... ‘gelmeyiş’i hala , şu an orada ‘olmayış’ı... delice istemek, beklemek ama bulamamak. Öteleyerek bu delice isteği, kabine çekiliyor artık Demir... Hayal kırıklığı karanlığında saklı... ama olsun, Asi bir kez daha rüyalarında bekliyor onu... kıvrılıyor yavaşça uykusuna doğru. Asi’yi görüyorum rıhtımda... bütün yorgunluğuna rağmen bir peri kızı karşımda... alışmış artık, ihtiyacı yok el uzatmalara... çekiveriyor tekneye kendini... sandaletli ayaklar çevresinde savurarak eteklerini giriyor Demir’in uykusundan içeri... Kısa bir duraklama yaşıyor onu uyur görünce ama vazgeçmek için gelmedi bu peri. Elleri saçlarına doğru, sevdiğini seyrediyor uykusunda... dayanamayıp dokunduğundaysa sıyrılıyor uykusundan Demir... Beş sene bekledi ama bu akşam Asi’yi beklemek, beş seneye bedeldi... hesap soruyor hırçınca... “Nerede kaldın?”... Asi görebiliyor bu sorunun ardındaki seneleri, özlemişliği, beklemişliği... sadece anlayışla değil, sımsıcak bir sahip olunmuşlukla cevaplıyor, omuzlar yumuşuyor düşüyor aşağı... “İşim uzun sürdü...” Demir bekleyemez artık bir an daha... takati yok süslü laflara... -Bu gece yanımda uyusana!
-Olur... Kalbi duruyor, ölüyor Demir o ‘an’da... Yedi kez çağırırım seni Altısında gelme kal Ama yedincisinde söz ver Tek bir sözcükle gel Brecht böyle bir anda mı yazdı bu satırları... yada Demir Asi’yi kaç kez çağırdı... Bilmiyorum... Ama Demir’in tek bir sözüne ‘gel’iyor Asi... uykusuna geliyor, gecesine geliyor, rüyasına geliyor... gözlerine geliyor... Demir’in susamışlığına geliyor. Teknenin dar yatağında Demir, Asi’sini kuytusuna almış, sarmalamış.. kollar omuzlara, bellere dolanmış... dudakları Asi’nin şakaklarında dolandıkça, saçları birbirine karışmış... ‘gel’ lerle dolu bir akşamı paylaşıyorlar birlikte... sözler geliyor, dokunuşlar geliyor sarılışlarına. Özlem itirafları, uzak durmaya çabalayışlar geliyor... bekleyişler, kaybedişler, bir an bile ayrılmak istemeyişler geliyor... Demir’in elleri mütemadiyen sevdiğinin saçlarında... yüzünde... durmak bilmeyen minik çırpınışlar geliyor. Susuzluğun damlaya özlemi, uzanıyor en nihayet Demir Asi’nin dudaklarına... takılıyor hasretle sevdiğinin bir damlasına... İnsan iki kez ölür mü?.. Ölecek yönelse damlaların tamamına... bu çılgınlığın ancak kıyısında... mecali yok dahasına... parmağının varyok arası bir temasında, sana ‘gel’iyorum diyor alt dudağına... sende sıra... tek tek uyarıyor ardından her damlayı o parmaklar, gecenin kalanında. Gece kısa... gün karanlık... ama onlar bir arada ya... hep kalsınlar... hep böyle birarada... yanyana... (I) doğu, asi-dizi.com, Mayıs 2009 özel yazışma |